Aileyi çürüten şiddet değil: Şiddeti din diye pazarlayanlar

Kur’ân’ın rahmetini sopaya, mîsâk-ı galîzi keyfîliğe, kavvâmiyeti tahakküme dönüştüren şey din değil; lafızcılığın körlüğü, örfün tortusu ve hukukun tekâmülünü okuyamayan zihindir. Aileyi çürüten şiddet değil, şiddeti din diye pazarlayan yorumdur.

Abone Ol

İHKĀK-İ HAKTAN KURUMSALLAŞMIŞ HUKUKA

Kur’ân’ın rahmetini sopaya, mîsâk-ı galîzi keyfîliğe, kavvâmiyeti tahakküme dönüştüren şey din değil; lafızcılığın körlüğü, örfün tortusu ve hukukun tekâmülünü okuyamayan zihindir. Aileyi çürüten şiddet değil, şiddeti din diye pazarlayan yorumdur. Çünkü Kur’ân zulmü değil emaneti; dayağı değil adaleti; gücü değil sorumluluğu emreder. Şiddetin meşru görüldüğü ev cahiliyenin evi, adaletin ayağa kalktığı ev Rabbin nurunun doğduğu yerdir.

“Darabe”yi farklı anlamlarla kurtarmaya çalışmak, kelimeyi semantik dar boğazdan çıkarmayı denese de asıl problem kelimede değil; hukukun tarihsel tekâmülünün kavranamamasındadır. Çünkü ayetin indiği dönemde ceza bireyseldi; toplum, hukuki yaptırımı devlet eliyle değil, kişisel güç ve kabile otoritesi üzerinden yürütüyordu. Bu dönemin hukuk teorisi “الإحقاق باليد — hakkın elde elle icrası (ihkāk-ı hak)” idi. Kur’ân, vahyin indiği bu tarihsel zemini ıslah ederek toplumun çocukluk evresini terakki ettirmiş; fakat bugün hâlâ o dönemin cezalandırma pratiğini dinin ebedî hükmü gibi okumak, hem usûl-i fıkhın “تغير الأحكام بتغير الزمان والأحوال — hükümlerin zaman ve şartlara göre değişmesi” kaidesine hem de modern hukuk devletinin cezayı bireyden devlete devreden kurucu mantığına aykırıdır. Bugün “darabe”yi zorlayarak uzaklaşmak, misal vermek gibi tali anlamlara çekmeye ihtiyaç yoktur; çünkü asıl değişen kelime değil, hukuki rejimin kendisidir: Ceza artık bireyin sopasıyla değil, devletin yargısal yetkesiyle uygulanır. Hidâne, nafaka, miras, uzaklaştırma, tazminat ve hapis gibi yaptırımlar, kocanın ya da kabile reisinin değil, devletin normatif sopasının sonucudur. Bu nedenle “darabe”yi bugüne taşımak, semantik bir ıslah değil; hukuk tarihinin kurumsallaşma devrimini inkâr etmektir. Şeriatın maksadı, ilk dönem toplumunun fiilî cezalandırma pratiğini ebedîleştirmek değil; o pratiği ıslah ederek adaletin kurumsal ve toplumsal düzeyde tekâmülünü sağlamaktır. Bu yüzden yapılması gereken kelimeyi eğip bükmek değil; nasları örtüşmez tarihi bağlamdan çıkarıp, değişen örf, kamu düzeni ve toplum yapısına uygun olarak adaletin kurumsal aklıyla yeniden yorumlamaktır. Çünkü şeriatın ruhu, sopayı değil; adaletin medeniyet kuran kurumsallığını emreder.

Aile, İslâm hukukunun yalnız sosyolojik değil, metafizik düzlemde de temellendirilen bir çekirdeğidir. Bu yüzden Kur’ân nikâhı “مِيثَاقًا غَلِيظًا” — ağır, sarsılmaz bir ahid (Nisâ 4/21) şeklinde tanımlar. Bu tanım, evliliği bir duygu birlikteliği olmaktan çıkarıp, iki insanın birbirine hak, yükümlülük ve emanet üzerinden bağlandığı hukukî bir sözleşmeye dönüştürür. Erkeğe verilen “كَوَّام” (Nisâ 4/34) sıfatı ise tahakküm değil; geçim, koruma, gözetme ve sorumluluk taşıma yükümlülüğüdür. Peygamber (sav), bu yükümlülüğü “خِيَارُكُمْ لِنِسَائِهِمْ” — “Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanınızdır” (Tirmizî, Radâ 11) hadisiyle tanımlamıştır.Ne var ki tarih boyunca ataerkil örf, Kur’ân’ın bu adalet merkezli yapısını gölgeleyerek, aile hukukunu kabile toplumunun sopalı düzeniyle karıştırmıştır. Özellikle Nisâ 4/34’teki “وَاضْرِبُوهُنَّ” kelimesi yanlış mealler ve bağlamdan kopmuş rivayetlerle şiddet meşrulaştırıcı bir alana çekilmiş; Kur’ân’ın rahmeti örfün karanlığına terk edilmiştir. Oysa Resûlullah’ın “لَا تَضْرِبُوا نِسَاءَ اللَّهِ” — “Allah’ın kadın kullarını dövmeyin” (Ebû Dâvûd, Nikâh 42; Nesâî, Uşratü’n-Nisâ 34) hadisi ailede şiddeti kökten kapatır ve “مَا ضَرَبَ النَّبِيُّ ﷺ امْرَأَةً قَطُّ” — “Peygamber hiçbir kadına asla vurmadı” (İbn Mâce, Nikâh 51) rivayeti bunu fiilen teyit eder.

Ancak bütün mesele kelimenin anlamında değil, ayetin indiği dünya ile yaşadığımız dünya arasındaki hukukî tekâmül farkında düğümlenmektedir. Ayetin indiği dönemde ceza bireyin elindeydi; bu fıkıhta “الإحقاق باليد — ihkāk-ı hak (hakkın elde elle icrası)” olarak bilinir. Bugün ise ceza yetkisi tamamen devletin kurumsal yargı sopasına taşınmıştır. Sorun darabe kelimesi değil; hukukun bireysellikten kurumsallığa geçişinin Müslüman zihin tarafından kavranamamış olmasıdır.

1. Lafızcı Okumanın Kur’ân’ın Rahmetini Zulme Dönüştürdüğü Karanlık

Lafızcı okuma, Kur’ân’ın maksat merkezli hukuk dilini kelime hapishanesine sokar ve “وَاضْرِبُوهُنَّ” kelimesini tek anlamlı bir “dövün” hükmüne indirger. Hâlbuki Arapça’da darabe fiili onlarca anlama sahiptir: ayırmak, uzaklaştırmak, ilişkiyi askıya almak, misal vermek, yol almak. Usûl-i fıkhın temel kaidesi “العبرة للسياق لا لمجرد اللفظ” — “İtibar lafza değil bağlama göredir” hükmü gereği, bu kelime bağlamdan koparılamaz. Fakat kelimeyi yapay biçimde “uzaklaşın” gibi yorumlarla kurtarmaya çalışmak da gereksizdir; çünkü bugün ceza hukuku açısından belirleyici olan kelimenin semantik tarihi değil, hukukun kurumsal tekâmülüdür.

Bu noktada bazı rivayetler zihin karışıklığına yol açmıştır. “اضْرِبُوهُنَّ ضَرْبًا غَيْرَ مُبَرِّحٍ” — “Onları acıtmayan şekilde dövün” (Nesâî, Uşratü’n-Nisâ 34) rivayeti, Cahiliye şiddetini sınırlamak üzere getirilmiş geçiş rivayetidir; norm koymaz. Yine Cahiliye pratiğini tasvir eden “لا يُسْأَلُ الرَّجُلُ فِيمَا ضَرَبَ امْرَأَتَهُ” — “Erkeğe karısını neden dövdüğü sorulmaz” (İbn Ebî Şeybe, Musannef 5/186) rivayeti sosyolojik tasvirdir, hüküm değildir. Bu rivayetleri hüküm gibi sunmak usûl açısından büyük bir hatadır; çünkü bu rivayetlerin tamamı Resûlullah’ın fiilî sünnetiyle ilga edilmiştir: “مَا ضَرَبَ النَّبِيُّ ﷺ امْرَأَةً قَطُّ” — “O hiçbir kadına vurmadı.” Asıl sorun darabe kelimesinin anlamı değil; darabe kelimesinin yorumlandığı hukuki rejimin değişmiş olmasıdır. Ayetin indiği dönemde ceza bireyseldi; bugün ceza devlete aittir. Bu yüzden darabe kelimesini “dövün” diye meşrulaştırmak da “dövmeyin, uzaklaşın” diye kelime kurtarmak da aynı hatanın iki yüzüdür: Hukukun tekâmülünü kavrayamamak.

2. Bağlam Kopunca Ayetin Hükmü Zulme Dönüşür

Nisâ 4/34’te Kur’ân’ın aile hukuku açık bir merhale düzeniyle kuruludur: “وَعِظُوهُنَّ” — öğüt verin, “وَاهْجُرُوهُنَّ” — yatakta yalnız bırakın, “وَابْعَثُوا حَكَمًا” — hakem gönderin. Bu merhalelerin tamamı şiddetsiz çözüm yollarıdır. “وَاضْرِبُوهُنَّ” ifadesi de bu merhale sistemi içinde ilişkiyi askıya almak, geçici uzaklaşma, evlilik bağını dondurma gibi anlamlar taşır. Bağlam koparıldığında ayet sanki şiddet emrediyormuş gibi görünür; bağlam korunduğunda ise ayet aileyi disiplin değil, sulh ve sükûn ile korur. Kur’ân’ın aile felsefesi “لِتَسْكُنُوا إِلَيْهَا” ilkesine dayanır; bu ilkenin özünde huzur vardır, şiddet değil. Bağlamı koparan her okuma, İlâhî rahmeti kabile şiddetine teslim eder. Oysa Kur’ân’ın hedefi aileyi güç ve hiddetle değil, yakınlık, merhamet ve adalet ile inşa etmektir. Bağlam korunmadığında naslar zulüm üretir; bağlam korunduğunda rahmet ve adalet ortaya çıkar. Asıl çöküş bağlamın terk edilmesidir.

3. Ataerkil Kültürün İlahi Mesajı Rehin Alması

Ataerkil örf, Kur’ân’ın merhamet eksenli aile hukukunu gölgeleyen en büyük zihinsel tortudur. Tarih boyunca “koca döver”, “kız yük olur”, “miras erkeğindir” gibi kültürel kalıplar, dinî hüküm gibi sunulmuş; Kur’ân’ın “خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ” ayetindeki ontolojik eşitlik göz ardı edilmiştir. Kavvâmiyet, güç yetkisi değil, koruma yükümlülüğüdür. Peygamber’in “خِيَارُكُمْ لِنِسَائِهِمْ” buyruğu kavvâmiyetin ahlâkî omurgasını belirler.

Örf dinleştiğinde din zayıflar ve İlâhî adaletin sesi örfün kaba gürültüsü altında kaybolur. Tarih boyunca kadınların hukuken yetimleştirilmesi, haklarının örf adına gasp edilmesi, şiddetin terbiye adıyla meşrulaştırılması bu tortunun ürünüdür. Kur’ân’ın aile hukuku örfü reddetmez ama örfün dine dönüşmesine de izin vermez. İlâhî mesaj, örfün tahakkümünden kurtarıldığı ölçüde berraklaşır. Aile hukukunun ıslahı, Kur’ân’ın rahmet ve adalet merkezli yapısına dönmek, örfî tortuları ayıklamak ve şiddetin din kisvesine sokulmasını sonlandırmakla mümkündür. Sorun din değil; dini örfün karanlığında okuyan zihindir.

4. Sopa Ceza Düzeninden Pozitif Hukuka Geçişin Anlaşılamaması

Ayetin indiği dönemde cezalandırma bireyseldi. Bu dönemin hukuk mantığı “الإحقاق باليد — ihkāk-ı hak”tır; yani kişi hakkını kendi eliyle alma yetkisine sahipti. Baba sopayla cezalandırır, koca sopayla disiplin sağlar, kabile reisi sopayla hüküm verirdi. Bu, hukukun çocukluk evresiydi. Kur’ân bu düzene inmedi; bu düzeni ıslah eden merhale sistemiyle indi. Amacı sopayı kutsamak değil; sopayı sınırlamak ve zamanla kurumsal adaletin önünü açmaktı.

Modern hukuk devletinde ceza bireyin elinden alınmış, devlete verilmiştir. Bugün nafaka, tazminat, hidâne, uzaklaştırma ve hapis cezaları, bireyin sopasının değil, mahkemenin yargı sopasının ürünüdür. Bu nedenle darabe kelimesini bireysel dövme yetkisi gibi okumak, hem usûl dışıdır hem tarih dışıdır hem de şeriatın maksadına aykırıdır. Asıl değişen kelimenin anlamı değil; hukuk rejiminin kendisidir. Darabe kelimesini “dövün” diye meşrulaştırmak da, “dövün değil uzaklaşın” diye semantik zorlamaya gitmek de aynı hatayı paylaşır: hukukun tekâmülünü görmemek. Şeriatın hedefi sopayı sürdürmek değil; sopayı kurumsallaştırarak adaleti gerçekleştirmektir. Kelime değil, hukuk değişmiştir.

5. Töre ve Ataerkil Örfün İlahi Mesajı Perdelerken Ürettiği Zihinsel Karanlık

Ataerkil örf, Kur’ân’ın rahmet ve adalet merkezli aile hukukunu tarih boyunca en çok çarpıtan tortudur. “Koca döver”, “kız çocuk yük olur”, “miras erkeğindir”, “evde sopadan geçmezse kadın yola gelmez” gibi kabile kodları, din diye pazarlanarak Kur’ân’ın adalet dilini karartan bir gölgeye dönüşmüştür. Oysa Kur’ân kadın ve erkeği “نَفْسٍ وَاحِدَةٍ” olarak yaratıldığını bildirerek (Nisâ 1), insanlık onurunu eşitlik temelinde tesis eder. Ataerkil yorum bu eşitliği görmezden gelmiş; kavvâmiyeti (كَوَّام) sorumluluk değil, tahakküm ve güç yetkisi gibi okumuştur. Ancak Peygamber (sav), kavvâmiyetin ahlâkî omurgasını “خِيَارُكُمْ لِنِسَائِهِمْ” — “En hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanınızdır” (Tirmizî, Radâ 11) hadisiyle belirlemiştir. Bu söz, kavvâmiyetin özünü erkek egemenliğinde değil; emanete sadakatte, ahlâkî üstünlükte konumlandırır.

Ne var ki ataerkil örf dinleştiğinde din zayıflar, örf kutsal hâle gelir. Örfün dinleşmesi, Cahiliye tortularını şeriatın özüymüş gibi göstermiş; kadının insan yerine koyulmadığı, haklarının örf adına hiçe sayıldığı, şiddetin “terbiye” adıyla normalleştirildiği bir zihin üretmiştir. Bu zihinsel karanlık, Kur’ân’ın merhamet ve hikmet merkezli aile hukukunu örterken, şiddeti kültürün doğal parçası gibi göstermiştir. Böylece Kur’ân’ın rahmet ayetleri, örfün sert kabuğunda hapsedilmiş; İlâhî mesaj örfün zorba maskesi altında görünmez hâle gelmiştir.

Aile hukukunun gerçek ihyası, örfün tahakkümünden İlâhî rehberliğin kurtarılmasıyla mümkündür. Kur’ân örfü reddetmez; ama örfün dine dönüşmesine izin vermez. Ailede şiddeti meşrulaştıran şey din değil; dinin örfle karıştırılmasıdır. Bu nedenle ataerkil tortular temizlenmeden, Kur’ân’ın rahmeti aile hayatına aktarılamaz.

6. “Kadınların Yetimliği”: Zayıfların Haklarının Tarih Boyunca Görmezden Gelinmesi

Yetimlik yalnızca anne-babanın yokluğu değildir; korunmasızlıktır, güçsüzlüktür, hakkını savunamama hâlidir. Bu anlamda tarih boyunca birçok kadın, anne ve babaları hayatta olsa bile hukuken ve sosyolojik olarak yetim bırakılmıştır. Kur’ân’ın yetim malını gasp edenlere yönelik sert uyarısı “إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا” — “Yetimlerin mallarını zulümle yiyenler karınlarını ateşle doldurmuş olurlar” (Nisâ 4/10) hükmü, İlâhî adaletin zayıfı önceleyen yönünü gösterir. Buna rağmen birçok toplumda kadın, mirastan mahrum bırakılmış, nafaka örf adına küçümsenmiş, hidâne hakkı sosyal baskılarla elinden alınmış, ekonomik olarak bağımlı kılınmış ve fiilen “yetimleştirilmiştir.”

Oysa İslâm aile hukukunda koruma mekanizmaları zayıfı merkeze alır. Nafaka erkeğe yüklenmiştir; çünkü kadının ekonomik güvenliği bu düzenle sağlanır. Mehir, kadının nikâhtaki haklarını güçlendiren bir güvenlik hazinesidir. Hidâne çoğu zaman anneye verilir; çünkü çocuğun duygusal ve fiziksel bakımı annede teminat bulur. Bütün bu hükümler kadını imtiyazlı yapmak için değil; adaleti zayıfı koruyarak tesis etmek için getirilmiştir. Bu İlâhî strateji ataerkil kültür tarafından ters yüz edilince, kadınlar sistematik olarak hak kaybına uğramış ve “yetim”leştirilmiştir. Kadının yetimleşmesi, Kur’ân’ın değil, kültürün eseridir. Bu yetimliğin sona ermesi, yalnız hukuki reformla değil; Kur’ân’ın adalet merkezli düşüncesinin yeniden hayata aktarılmasıyla mümkündür. Zayıf korunmadığında aile çöker; zayıf korunmadığında toplum çöker; zayıf korunmadığında devlet çöker. Bu nedenle aile hukukunda zayıfın mertebesi güçlünün değil, İlâhî adaletin belirlediği çizgidir.

7. “Her Nimete Bir Külfet Vardır”: İlahi Hukukta Hak–Sorumluluk Dengesi

İslâm aile hukukunun temelini hak–sorumluluk dengesi oluşturur. Kur’ân’da hak, sorumluluğun karşılığı; sorumluluk hakkın gerekçesidir. Bu nedenle nafaka, mesken ve ekonomik yükümlülük erkeğe verilmiştir; çünkü kavvâmiyet tahakküm değil yükümlülüktür. Bu İlâhî düzen, kadının maddî güvenliğini temin ederken, erkeğe ekonomik külfet yükler. Böylece hak ve yükümlülük arasında adaletli bir denge kurulur. “Her nimetin bir külfeti vardır” ilkesi, aile hukukunun tüm damarlarına sinen bir adalet formülüdür.

Ataerkil toplumlar bu dengeyi tersine çevirmiştir: haklar erkeklere, sorumluluklar kadınlara yüklenmiş; İlâhî düzen örtbas edilmiştir. Nafaka, kadın için bir lütuf değil; bir haktır. Erkek için bir ceza değil; bir yükümlülüktür. Bu yükümlülük Kur’ân’ın zayıfı koruyan adalet mekanizmasının omurgasıdır. Onu hafifletmek adaleti hafifletmektir. Kur’ân’ın aile sistemi güç ilişkisine değil, sorumluluk ilişkisine dayanır. Gücün merkez alındığı yerde adalet çürür; sorumluluğun merkez alındığı yerde rahmet doğar. Bu ilke aile hukukunun bütününde geçerlidir ve şiddetin meşrulaştırılamayacağının en keskin kanıtıdır.

8. Ceza Yetkisinin Bireyden Devlete Geçişi: İhkāk-ı Hak’tan Kurumsal Hukuka

Darabe tartışmasının en kritik boyutu, cezalandırma yetkisinin tarihsel dönüşümünü kavramaktır. Ayetin indiği dönemde ceza bireyseldi; bu fıkıh geleneğinde “الإحقاق باليد” olarak tanımlanır. Yani kişi cezayı eliyle uygulardı; baba döverdi, koca döverdi, kabile döverdi. Bu hukuki sistem, modern devlet düzeninin doğuşundan önce toplumların doğal işleyiş biçimiydi. Kur’ân bu sisteme inmedi; bu sistemi ıslah eden bir merhale yöntemi getirdi.
Ancak şeriatın nihai hedefi bireysel sopayı sürdürmek değil; sopayı kurumsallaştırmak, cezayı devlet tekeline taşımaktır.

Bugün modern hukuk devletinde ceza bireysel güçle değil; mahkemenin “yargı sopasıyla” uygulanır. Nafaka, tazminat, uzaklaştırma, hapis cezaları bireyin değil, devletin uyguladığı yaptırımlardır. Bu bağlamda darabe kelimesini “bireysel dövme yetkisi” gibi okumak hem tarihsiz, hem hukuksuz, hem metodolojisizdir. Kelimeyi eğip bükmeye gerek yoktur; çünkü değişen kelime değil, hukukun kendisidir. Şeriatın ruhu sopayı korumak değil; sopayı devlet denetimine taşımaktır. Ceza yetkisi bireyden devlete geçtiğinde, aile içi şiddet dinî bir hak olmaktan çıkar; açık bir suç hâline gelir. İşte bu dönüşüm görülmediği için darabe yanlış anlaşılmaktadır. Sorun ayette değil; hukukun çocukluk dönemini dinin ebedî hükmü zanneden zihindedir.

9. Töre Dinleştiğinde Din Zayıflar: Hurafenin Şiddeti Meşrulaştıran Yüzü

Örfün dinleşmesi, dinin örfe indirgenmesi aile hukukundaki en tehlikeli zihinsel sapmadır. Kur’ân’ın rahmet dili örfün kaba kabukları altında kaybolduğunda, şiddet “terbiye”, baskı “ahlâk”, tahakküm “kavvâmiyet” gibi görülmeye başlanır. Oysa Kur’ân aileyi “لِتَسْكُنُوا إِلَيْهَا” ilkesine göre huzur merkezli kurar. Bu ilke şiddetle bağdaşmaz. Hurafe, şiddeti kutsallaştırır; din ise hurafeyi reddeder. Şiddetin din adına değil; dinin adı kullanılarak meşrulaştırıldığı her toplum, Kur’ân’ın rahmetini örfün baskısına teslim etmiştir. Kur’ân’ın aile düzeni bu zihinsel tahakkümü kabul etmez.

10. Zayıfların Hakkını Savunmayanlar Dilsiz Şeytanlardır

Peygamber (sav) “إِذَا رَأَيْتَ الظَّالِمَ…” — “Zalimi gördüğünüzde elinden tutmazsanız, Allah’ın işini terk etmiş olursunuz” (Tirmizî, Fiten 9) buyurarak zulüm karşısında susmayı “dilsiz şeytanlık” olarak tanımlar. Aile içi şiddetin en büyük felaketi, yalnızca failin zulmü değil; toplumun suskunluğudur. Modern hukuk devleti bu nedenle aile içi şiddeti “özel mesele” kabul etmez; kamusal bir suç sayar. Bu yaklaşım Kur’ân’ın zayıfı koruma ilkesine tam uygundur. Zayıfın hakkını savunmayan toplum çöker; aileyi korumayan devlet çöker. Aile hukukunda adalet ancak ses çıkararak, zulmü durdurarak ve zayıfı koruyarak tesis edilir.

SONUÇ: Aile içi şiddetin dine nispet edilmesi, Kur’ân’ın değil; sopalı kabile düzeninin “şeriat” diye okunmasının sonucudur. Şeriatın ruhu sopayı değil; adaletin kurumsallaşmasını, cezanın bireyden devlete taşınmasını, rahmet ve emanete sadakati emreder. Bugün şiddet bireysel hak değil; mahkemenin cezalandırdığı kamusal suçtur. Rahmet dini şiddetin değil, adaletin dinidir.