CENNETİ ARAMA YÖNTEMİ: ÂKİLE VE SİGORTA
Bu çalışma, İslâm hukukunun tarihsel dayanışma kurumu olan âkile ile modern sosyal güvenlik sistemi olan sigorta arasındaki teorik, tarihsel ve fonksiyonel sürekliliği incelemektedir. Sigortacılıkta “kasıtlı fiillerin teminat dışı bırakılması” prensibinin, Hz. Peygamber’in “لَا تَحْمِلُ الْعَاقِلَةُ عَمْدًا — Âkile kasıtlı suçların diyetini ödemez” hadisine dayandığı gösterilmiştir. Modern dünyanın çeşitlenen ve kolektifleşen riskleri karşısında sigorta, artık tercihe bağlı bir uygulama değil; Serahsî’nin “الحاجات تنزل منزلة الضرورات” ilkesinin işaret ettiği üzere “hâcîyât kabilinden zaruri” bir güvenlik mekanizmasıdır. Makale, İslâm’ın sosyal adalet ve güven idealinin, tarihsel süreçte âkile’den sandıklara, sandıklardan modern sigorta sistemlerine uzanan bir çizgiyle kurumsallaştığını ortaya koymakta ve şu tevhidî soruyu merkezine almaktadır: “Dünyada cenneti kurmayanlar, ahirette cenneti nasıl bulacaklardır?”
Hayat, görünürde düz bir yol gibi dursa da insanı her adımda görünmez ihtimallerle sınayan bir sırat köprüsüdür; bazen cennetin esintisi yüzümü okşar, bazen cehennemin nefesi tenimizi yakar. Bu ince çizgide insanı ayakta tutan tek unsur, omuzlarına yüklenen “sorumluluk”tır. Sorumluluk, tevhidin yeryüzündeki en somut izidir; insanı kaderin mahkûmu olmaktan çıkarıp tedbir ile tevekkül arasında yürüyen bilinçli bir özneye dönüştürür. Tevhid, toplumu tek beden kılan ortak kader bilincidir: Bir organ zarar gördüğünde bütün bedenin sızlaması bundandır. İşte âkile, bu tevhidî bilincin tarihsel örgüsüdür; tehlikede iştiraki esas alır, yükü bireyin omzundan topluluğun omzuna taşır. Sigorta ise bu mirasın modern, kurumsallaşmış şeklidir: Rizikoyu paylaşarak güveni çoğaltmanın teknik adıdır. Ne var ki Müslüman zihin, yüzyıllardır cenneti yalnız ahirette ararken, dünyada cennet kurmanın şartı olan adalet, dayanışma ve güveni ihmal etti. Oysa vahiy, cenneti hem burada hem orada aramayı öğretir; tedbiri ibadetin, dayanışmayı tevhidin ve güveni toplumsal huzurun temel taşı kılar. Bu nedenle âkile ile sigortayı konuşmak, yalnız iki sistemi değil; insanın dünyayı nasıl bir yer hâline getirmek istediğini konuşmaktır: Bir dünya cenneti mi kuracağız? Dünyada cenneti kuramayanlar, ahirette cenneti nasıl bulacaklar? Çünkü unutmayalım: Sosyal güvenlik dediğimiz şey, aslında yeryüzünde cennetin ilk adımını atmaktır.
1. Tevhidin Sosyal Yüzü: Sorumluluk, Dayanışma ve İştirak
Tevhid, yalnızca metafizik bir inanç değil; toplumsal hayatı taşıyan adalet, emanet ve güven omurgasıdır. Peygamberimizin “المؤمن للمؤمن كالبنيان يشدُّ بعضه بعضاً — Müminler birbirini destekleyen bir binanın tuğlaları gibidir” beyanı (Buhârî, “Salât”, 88), bireysel imanın toplumsal hayattaki mimarisini tarif ederken; Kur’ân’ın “وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى — İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın” (Mâide 5/2) emri dayanışmayı ibadetin özüne yerleştirir. Bu nedenle İslâm’da risk, bireyin yalnız taşıdığı bir yük değil; toplumun müteselsilen taşıdığı ortak bir sorumluluktur. Tevhidin sosyal yüzü, tehlikede iştiraktir; Müslümanların birbirlerine müteselsilen kefil olmalarıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz “مَن باتَ شبعانَ وجارُه جائعٌ فهو غيرُ مؤمن — Komşusu açken tok yatan bizden değildir” (Hâkim, el-Müstedrek, II, 50) buyurarak tevhidin sosyal tezahürünü en yalın hâliyle ortaya koymuştur. Çünkü Müslümanlar tek bir beden gibidir; Peygamberimizin “مثلُ المؤمنين في توادِّهم وتراحمِهم وتعاطفِهم كمثلِ الجسد — Müminlerin birbirlerine sevgi ve merhamette benzemeleri tek bir beden gibidir; bedenin bir uzvu rahatsız olursa diğer uzuvlar da onun acısına iştirak eder” (Müslim, “Birr”, 66) buyruğu bu hakikatin en berrak ifadesidir. Bu bilinç, dayanışmayı zorunlu kılar; dayanışma da sosyal güvenlik sistemlerinin kurulmasına dönüşür. Çünkü güven olmadan huzur olmaz; huzur olmadan da dünyada bir cennetin gölgesi hissedilmez. Her musibet bir cehennem ateşi, her huzur bir cennet esintisidir. Tevhidin sosyal yönünün hayata geçirilebildiği toplumlarda insanlar musibetin yakıcılığını paylaşarak azaltır, huzurun serinliğini paylaşarak çoğaltırlar. Bu sebeple, sosyal güvenlik sadece dünyevî bir teknik mekanizma değil; tevhidin toplumsal alanda vücut bulmuş hâlidir.
2. Âkile: Tehlikenin Gölgesinde Kurulan Tevhidî Bir Güvence
Âkile, İslâm’ın inşa ettiği sosyal güvenlik geleneğinin en köklü halkasıdır. Câhiliye döneminde kabileler arasında oluşmuş bu örfî yapı, Peygamber Efendimiz tarafından doğru yönü korunarak yeniden düzenlenmiş ve Medine Vesikası’nda “وَإِنَّ الْمُؤْمِنِينَ لَا يَتْرُكُونَ مُفْرَدًا بَيْنَهُمْ — Müminler birbirlerini tehlike karşısında asla yalnız bırakmayacaklardır” (Medine Vesikası, md. 12) ilkesiyle devlet sorumluluğuna dönüştürülmüştür. Serahsî’nin ifadesiyle “Âkile, ferdin taşıyamadığı yükün ümmet omzuna dağıtılmasıdır” (Serahsî, el-Mebsût, XXVII, 124–126). Resûlullah, dağınık ve kabile temelli âkile yapısını tek çatı altında toplayarak onu hukukî, düzenli ve tevhidî bir güvenlik mekanizmasına dönüştürmüştür. Âkile’nin amacı, suçu affetmek değil; gayri iradî rizikoları toplumsallaştırmak, adaleti korumak ve hiçbir bireyi korunaksız, sahipsiz bırakamayacak bir dayanışma zırhı oluşturmaktır. Bu sebeple âkile, bir finans modeli değil; tevhidin sosyal bedenini ayakta tutan güvence sistemidir: Toplumun bir yerindeki yara bütün bünyeyi ilgilendirir; hiçbir fert tehlikede bırakılmaz, herkes tevhidî bir güvenlik halkasının içine alınır.
3. Sigorta: Modern Dünyada Kurumsallaşan Tevhidî Güven Arayışı
Modern dünya, tarih boyunca hiçbir çağda olmadığı kadar karmaşık, kırılgan ve tehlikelerle kuşatılmıştır. Ekonomik dalgalanmalar, küresel salgınlar, büyük depremler, trafik kazaları, siber saldırılar ve teknolojik arızalar, ferdin tek başına göğüsleyemeyeceği büyüklükte riskler doğurmuştur. Bu yüzden modern sigorta, yalnız ekonomik bir sözleşme değil; tehlikeleri kurumsal dayanışmaya dönüştüren bir güven mimarisidir. Hamidullah’ın ifadesiyle “Modern sigorta sistemi, İslâm’ın ilk dönemindeki âkile’nin fonksiyonel devamıdır” (Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 220). Sigorta, tehlikeyi bireyin omzundan alır, toplum kasasına dağıtır; böylece “tehlikede iştirak” ilkesi modern zamanlarda yeniden kurumsal bir hayata kavuşur. Klasik dönemin tecrübeyle gelişen örfü, modern dünyanın bilimsel birikimiyle birleşmiş; rizikolar aktüerya bilimi ile ölçülmüş, risk haritaları çıkarılmış, zarar ihtimalleri matematiksel olarak modellenmiştir. Bu sayede risk, geniş bir tabana yayılmış, fert için yıkıcı olabilecek tehlikeler toplumsal dayanışma havuzunda taşınabilir hâle getirilmiştir. Böylece sigorta, tevhidin sosyal boyutunu modern dünyada teknik bir güçle pekiştirir: Toplumu bir araya getirerek rizikoyu bölmek, bireyi yalnızlıktan çıkararak güveni çoğaltmak. Bu bağlamda sigorta, yalnızca bir finansal mekanizma değil; tevhidî bir toplumun koruma refleksi, kolektif rahmetin modern mühendisliği ve rizikoyu adaletle dağıtan çağdaş bir cennet güvenliği modelidir. Zira Peygamberimizin “لا يؤمن أحدكم حتى يحب لأخيه ما يحب لنفسه — Sizden biri, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz” (Buhârî, “İman”, 7) buyruğu, sigortanın arka planındaki tevhidî ruhun en özlü ifadesidir. Kısacası modern sigorta, teknik hesaplarla güçlenen, tevhidî kardeşlik bilinciyle anlam kazanan ve modern riskleri taşınabilir hâle getirerek dünyayı insan için daha güvenli kılan kurumsal bir rahmet sistemidir; ancak bu sistem, tevhidî adaletin gereği olarak kasıtlı fiilleri hiçbir şekilde teminat altına almaz. Nitekim Hz. Peygamber “لَا تَحْمِلُ الْعَاقِلَةُ عَمْدًا — Âkile kasıtlı suçların diyetini ödemez” (Ebû Dâvûd, “Diyât”, 18; Tirmizî, “Diyât”, 8) buyurarak İslâm hukukunda temel bir ilkeyi tesis etmiştir: Kasıtlı fiillerde sorumluluk şahsîdir; toplum ferdin bilerek işlediği kötülüğe kefil olmaz. Modern sigorta hukukunda da aynı prensip geçerlidir; kasıt teminat dışıdır. Bu nedenle sigortacılıkta “kasıtlı fiillerde ödeme yapılmaması” ilkesi Batı menşeli bir kural değil, Hz. Peygamber’in bu adalet merkezli hadisine dayanan köklü bir İslâmî mirastır. Böylece sigorta hem riskleri sosyal bir omuza dağıtarak rahmeti yayar, hem de kasıtlı kötülüğü sorumlunun üzerinde bırakarak tevhidî adaletin çizgisini korur.
4. Modern Dünyanın Tehlikelerinin Çokluğu: Riskin Kolektifleşmesi ve Sigortanın Zarureti
Modern dünyanın bilim ve teknolojide ilerlemesi, riskleri azaltmamış; bilakis çeşitlendirmiş, büyütmüş ve karmaşıklaştırmıştır. Bugün risk, bireyi değil, toplumları çökerten bir güçtür: Bir deprem binleri, bir salgın milyonları, bir ekonomik kriz bütün nesilleri sarsabilir. Bu sebeple sigorta, artık tercihe bağlı bir tedbir değil; modern toplumun ahlâkî bir zorunluluğu, hatta Serahsî’nin ifadesiyle “الحاجات تنزل منزلة الضرورات — Zarurî olmayan fakat hayatı aksatan ihtiyaçlar da zaruret hükmündedir” (Serahsî, Usûl, II, 218) prensibi gereği “hâcîyât kabilinden zorunlu” bir güvenlik mekanizması hâline gelmiştir. Sigorta fonları bugünün âkile sandıklarıdır; primler dayanışmanın aidatı, tazminatlar ise toplumsal omuzun bireyi kaldırmasıdır. Çünkü insanlar korunaksız ve barınaksız bırakılamaz; sosyal hayat yaşayan bireylerin mal ve can güvenliğinin teminat altına alınması tevhidî düzenin gereğidir. Risk ancak kolektif tedbirle engellenebilir; tehlike ancak birlikte göğüslenebilir. Bu bağlamda sigorta, modern dünyanın çeşitlenen rizikolarını taşınabilir hâle getirmenin ve toplumsal dayanışmayı sistematik hâle getirmenin en güçlü yoludur. Sosyal güvenlik kavramının kendisi bile insanlığın dünyada cennete benzer bir güven atmosferi kurma arzusunu yansıtır; zira güven yoksa dünya cehenneme döner, güven varsa cennetin kokusu başlar. İşte bu sebeple sigorta, modern dünyada sadece ekonomik bir pratik değil; dünyada cenneti kurabilmenin zorunlu şartı, tevhidî bir toplumu ayakta tutan koruyucu bir kalkan ve merhamet mühendisliğidir.
5. Sorumluluk Hukukundaki Değişim ve Âkile’nin Modern Hukuktaki Yansımaları
Modern hukukta başlangıçta hâkim olan “başa gelen çekilir” anlayışı zamanla yerini “kusur sorumluluğu” ilkesine bırakmış, ancak sanayi devrimiyle ortaya çıkan kitlesel riskler, endüstriyel kazalar, makineleşme ve ekonomik zincir kazaları, kusurun tek başına adaleti sağlayamadığını açıkça ortaya koymuştur. Bu sebeple hukuk, klasik kusur ilkesinin yanına “tehlike sorumluluğu”, “objektif sorumluluk” ve “riskin dağıtılması” gibi yeni sorumluluk türlerini eklemek zorunda kalmıştır (Weber, Economy and Society, II, 656). İslâm hukuku ise bu dönüşümü çok daha erken bir dönemde âkile kurumu üzerinden fiilen uygulamıştı; zira taksirle öldürmede cezayı geri plana itip tazmini öne çıkarması, İslâm hukukunu modern tazmin hukuku ile aynı epistemolojik düzleme yerleştirir. Âkile’nin “kusursuz sorumluluk” mantığı günümüzde sigorta hukukunun merkezine oturmuş; modern sigorta sistemleri, sebep sorumluluğunun ve tehlike sorumluluğunun gelişmesiyle birlikte, rizikoyu toplum içinde yayarak adaleti kurumsallaştırmıştır. Bugün sigorta sektörü, risk türlerinin çoğalmasıyla neredeyse her çeşit riziko için teminat sunar hâle gelmiş; can, mal, afet, iş kazası, sağlık, trafik, mesleki sorumluluk, siber güvenlik, tarım, hukukî koruma, hatta elektronik ticaret ve veri kaybı gibi onlarca risk alanı için “sigorta avlusu”nı genişletmiştir. Böylece modern sigorta, tehlike sorumluluğunu toplum çapında örgütleyen, kusursuz sorumluluğu teknik hesaplarla destekleyen ve âkile’nin tarihî ruhunu çağdaş dünyanın bütün risk türlerine uyarlayan geniş kapsamlı bir güven mühendisliğine dönüşmüştür.
6. Cennetin Dünya Gölgesi: Güven, Adalet ve Tevhid
Cennet yalnız ahiretin mükâfatı değildir; dünyada inşa edilen güven, adalet, merhamet ve dayanışma da cennetin ilk gölgeleridir. Zira Kur’ân’ın “ادْخُلُوهَا بِسَلَامٍ آمِنِينَ — Oraya güven ve selâmet içinde girin” (Hicr 15/46) buyruğu, cennetin özünü ‘güven’ olarak tanımlar; bu da cennetle dünya arasında ahlâkî bir köprü kurar. Buna karşılık cehennem sadece ateş değildir; zulmün, haksızlığın, güvensizliğin, sahipsiz bırakılmanın insanı içten içe yakan hâlidir. Bir fert tehlikede yalnız bırakılıyorsa, toplum cennetin yolunu kaybetmiş; tevhidin sosyal ruhu çökmüş demektir. İşte bu nedenle âkile ile sigorta arasındaki bağ, iki kurumun teknik karşılaştırması değil; insanın dünyayı cennet mi cehennem mi kılacağına dair derin bir varoluş sorusudur. Çünkü dünyada güven tesis edilmeden, ahirette cennet aramak tutarlı değildir; cennetin kokusu dünyada duyulmadıkça, ahirette bulunacak cennetin anlamı eksik kalır. Tevhid, yalnızca Allah’ın birliğini ikrar değil; insanın güvene, adalete ve merhamete olan sadakatidir. Ve toplum, tehlikeyi paylaşmayı başarabildiği ölçüde cennetin gölgesini dünyaya taşıyabilir. Çünkü güvenin hâkim olduğu her ev, her sokak, her şehir cennetin kokusunu taşır; güvensizliğin hâkim olduğu her yer ise cehennemin ateşinden bir kıvılcımı andırır.
7. Âkile – Sigorta Mukayesesi: İki Dönem, Aynı İlke
Âkile ile sigorta, tarihsel bağlamları ve teknik yapıları bakımından farklı görünse de, dayandıkları temel ilke aynıdır: riskin paylaşılması ve dayanışmanın kurumsallaşması. Âkile’de risk, kabile veya divan mensupları arasında yayılır; sigortada ise aktüeryal hesaplarla belirlenen geniş bir sigortalı kitlesi arasında paylaşılır (Molla Hüsrev, Dürerü’l-Hükkâm, II, 124). Âkile’de katkı güce göre belirlenen diyet paylarıyla, sigortada ise primler üzerinden işler; ama her ikisinde de “önceden katkı – sonradan tazmin” ilişkisi vardır. Âkile yarı-sosyal, yarı hukuki bir yapı iken sigorta tam kurumsal bir hukuki mekanizmadır. Risk türleri bakımından âkile, daha çok taksirli ölüm ve yaralama ile sınırlıyken; sigorta yangından depreme, iş kazasından yaşlılığa kadar çok çeşitli risk türlerini kapsar. Buna rağmen “kusursuz sorumluluk” fikri her iki kurumda da vardır. Sigortanın tamamen “batı ürünü” olduğu iddiası, bu derin tarihsel ve kavramsal bağ göz önüne alındığında son derece yüzeysel kalmaktadır.
8. Sosyal Devlet ile İslâm Hukuku Arasında Kesişen Adalet Hatları
Modern sosyal devlet, İslâm’ın erken dönemde kurduğu âkile–zekât–infak eksenli dayanışma sisteminin çağdaş hukukî formudur. Devletlerin işsizlik fonları, afet kasaları, sağlık sigortaları, uzun vadeli emeklilik sistemleri, maluliyet ve ölüm teminatları aslında âkile’nin fonksiyonunu yeniden üretmektedir. Kur’ân’ın “وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيُقِيمُوا الدِّينَ وَيُقِيمُوا الْقِسْطَ — Onlar dinin omurgasını ve adaleti ayakta tutsunlar diye emrolundular” (Hadîd 57/25) buyruğu, sosyal adaleti devletin asli görevi kılar. Bu nedenle sosyal güvenlik sadece teknik bir düzen değil; Kur’ân’ın adalet merkezli toplum idealinin kurumsal örgüsüdür. Nitekim devletin sosyal güvenlik yükümlülüğü yalnız şer‘î değil; anayasal bir vecibedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 60. maddesi, “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir; devlet bu güvenliği sağlayacak tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” hükmüyle bu sorumluluğu kesin bir şekilde tanımlar. Aynı şekilde Kur’ân’ın Tevbe 9/60 ayeti, zekâtın sekiz sınıfa tahsisini belirlerken, toplumdaki korunaksız kesimlerin maddî güvenliğini devletin ve toplumun omuzlarına yükler. Uluslararası düzeyde de ILO sözleşmeleri, Avrupa Sosyal Şartı, Avrupa Sosyal Güvenlik Kodu gibi metinler; yaşlılık, maluliyet, hastalık, ölüm, analık, işsizlik ve iş kazası gibi tehlikeler karşısında bireyi korumayı devletin temel görevi sayar. İsimler, kavramlar ve mekanizmalar farklı olsa da hepsinin teminat altına aldığı rizikolar ve ulaşmak istediği maksat aynıdır: insanı yalnız bırakmamak, toplumu dayanışma üzerine inşa etmek ve adaleti kurumsallaştırmak. Bu açıdan bakıldığında sosyal devlet ile İslâm hukukunun hedefi ortaktır: İnsanı savunmasız bırakmamak, tehlikede ferdin değil toplumun omuz vermesini sağlamak, tevhidin adaletini somut ve örgütlü bir güvenlik sistemine dönüştürmek. Çünkü İslâm’ın hedefi insanı yalnız bırakmak değil; dayanışma ile ayağa kaldırmaktır.
9. Âkile–Sigorta Sürekliliği: Tarihsel Beden, Modern Kıyafet
Âkile ile sigorta arasında kavramsal farklılıklar bulunsa da, fonksiyonel ve tarihsel bakımdan bakıldığında ikisi arasında kopmamış bir omurga, asırlara yayılan bir süreklilik ve “risk bireysel, çözüm toplumsal” ilkesinin kesintisiz bir devamı vardır. Zerka, Hamidullah ve Beşer gibi çağdaş İslâm hukukçularının işaret ettiği üzere sigorta, âkile’nin modern şartlara uyarlanmış hâlidir; her ikisi de rizikonun toplumsallaştırılmasına, tehlikenin bir omuzdan alınıp başka omuzlarla paylaşılmasına dayanır (Zerkâ, Nizâmü’t-Te’min, 35; Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 220; Beşer, İslâm’da Sosyal Güvenlik, 137-148). Ebu Zehra, Mevlevî ve Attar gibi bazı alimler âkile’nin kan bağına, sigortanın ise sözleşmeye dayanmasını gerekçe göstererek ikisi arasında kıyas kurulamayacağını iddia etseler de, modern “tekâfül modelleri” bu itirazların çoğunu fiilen aşmış; sigortanın dayanışma boyutunu güçlendirerek âkile ile zihinsel köprüyü görünür kılmıştır. Nitekim Osmanlı’nın ahîlik sandıkları, esnaf sandıkları, yeniçeri orta sandıkları, yerel dayanışma sandıkları; Tanzimat devrinin Askerî Tekaüt Sandığı; Cumhuriyet’in Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve sosyal sigorta kurumları bu sürekliliği daha açık şekilde ortaya koyar (Tabakoğlu, Osmanlı Sosyal Güvenliği, 57; Aydın, Türk Hukuk Tarihi, 212). Kurumların adı değişmiş, yöntemi değişmiş, kapsamı genişlemiş; ama toplumu koruma, rizikoyu bölme, mağduru yalnız bırakmama ilkesi hiç değişmemiştir. Bu nedenle ilmî çerçevede söylenmesi gereken hakikat şudur: Âkile sigortanın aynısı değildir; fakat sigortanın tarihsel ve teorik atasıdır. Bugünkü sigorta, âkile’nin taşıdığı risk paylaşımı, dayanışma, müteselsil sorumluluk ve toplumsal güven ruhunu; modern hukukun dili, çağdaş kurumların tekniği ve bilimsel risk hesaplamalarıyla yeniden kurumsallaştırır. Dolayısıyla ayrılık, özde değil; kavramdadır; farklılık, ruhta değil; formdadır. Âkile cehennemi musibetlere karşı bir rahmet gölgesi idi; sigorta aynı gölgeyi modern toplumda genişletilmiş teknik kapasiteyle yeniden üretir. Birinin adı tarihte “âkile”, diğerinin adı bugün “sigorta”dır; fakat ikisinin de taşıdığı tevhidî mesaj aynıdır: Hiçbir insan tehlikede yalnız bırakılmayacak, risk bireyin değil toplumun omuzlarında taşınacaktır.
SON SÖZ: İnsan sabah evinden çıktığında akşama sağ salim döneceğinden emin değildir; çünkü hayatın terazisi her an sallanır, tehlikenin gölgesi insanın yakasını hiç bırakmaz. Fakat insan bilir ki adaletli bir toplumda hiçbir fert yalnız değildir. İşte bu hakikatin kurumsal adı, İslâm hukuk tarihinde âkile, modern dünyada ise sigorta olmuştur. Biri tarihin dilidir, diğeri çağın lisanıdır; fakat taşıdıkları ruh tek bir kelimeye varır: Tevhid. Bu çalışmanın gösterdiği budur: Âkile sigortanın aynısı değildir; fakat sigortanın atasıdır. Sigorta da âkile’nin tevhidî omurgasını modern dünyanın teknik imkânlarıyla yeniden ayağa kaldırmış güven kurumudur. Kavramlar değişmiş, formlar yenilenmiş fakat insanı tehlikede yalnız bırakmama ilkesi değişmemiştir. Asırlar boyunca âkile’den sandıklara, oradan emekli kurumlarına ve bugünkü sosyal sigorta sistemlerine uzanan çizgi, insanlığın değişmeyen bir duasının cevabıdır: “Beni tehlikede yalnız bırakma!” Bugün risk çeşitlenmiş, büyümüş, karmaşıklaşmış; fakat insanın ihtiyacı hiç değişmemiştir: güven. Çünkü güven yoksa dünya cehenneme döner; güvenin olduğu her an ise cennetin kokusu hissedilir. Bu sebeple sosyal güvenlik sistemleri yalnız ekonomik bir gereklilik değil; dünyada cenneti kurmanın hukukî ve ahlâkî adımıdır. Bu söz tarihe kayıt olsun: Bir dünya cenneti kurmadan ahirette cenneti ummak ham hayaldir. Cennetin kokusu dünyada güvenle başlar; dayanışma olmadan tevhid, tevhid olmadan adalet, adalet olmadan huzur olmaz. Ve ey bugünün insanı; unutma: Sosyal güvenlik, yeryüzünde cennetin ilk adımıdır. İnsanları musibetin ateşinde yalnız bırakan toplumlar, ahiretin cennetini hak edemezler. Bu söz bir hükmün değil, bir vicdanın, bir tevhid bilincinin, bir ümmet sorumluluğunun sözü olarak tarihe geçsin.