MAHZUN DÜŞEN KAVRAMLAR: “İLA VE TERK”
Aşkın, virane gördüğü evinden sessizce çekilip; bir ölüm gibi uzaklara gitmesi… Bir zamanlar aşka yuva olan kalplerin yara alması; uykudan uyandığı bahçesinde baykuşların ötmesi, çiçeklerin solması, ağaçların susuz kalması…Bir kalbin yarısını orada bırakıp, diğer yarısıyla hayatta kalmaya çalışan sessiz bir feryat bu.
Sığınacak bir liman, tutunacak bir dal arayışı: İLÂ VE TERK. Biri yeminle, diğeri ihtarnameyle başlıyor; ama her ikisi de aynı gerçeği anlatıyor: Evliliğin anlamını yitirmesi ve ortak yaşamın sessiz çöküşü.
1. Terk: Modern Hukukun Diliyle Ayrılık
Günümüz hukukunda “terk”, eşlerden birinin ortak konutu ve yaşamı bırakması, evlilik birliğinin yükümlülüklerinden kaçması anlamına gelir. Bu fiil, evliliğin temellerini sarsar ve birlikteliği anlamsızlaştırır. Türk Medeni Kanunu’na göre eşlerden biri ortak yaşamı dört ay süreyle terk ederse, diğer eş noter aracılığıyla ihtar çekebilir. Bu ihtar, “ortak konuta dön” çağrısı niteliğindedir. Eğer ihtardan sonra iki ay daha geçmesine rağmen eş geri dönmezse — yani toplam altı ay sonunda — boşanma davası açılabilir (Türk Medeni Kanunu, m.164).
Bu düzenleme, modern hukukta terkin evliliğin sona ermesine giden yasal süreci başlattığını gösterir. Ama asıl amaç cezalandırmak değil, barış için zaman tanımaktır. Zira bu dört aylık süre, taraflara düşünme, toparlanma ve yeniden bir araya gelme fırsatı verir.
Terk yalnızca erkeklerin değil, kadınların da işlediği bir fiil olabilir. Zaman zaman kadınlar da eşlerine kızarak baba evine dönmekte ve uzun süre geri dönmemektedir. Bu da tıpkı erkeğin evi terk etmesi gibi boşanma sebebidir. Fıkıh bilginleri böyle durumlarda nikâhın düşüp düşmeyeceği ve yeniden nikâh gerekip gerekmediği üzerinde durmuşlardır. Bir kısmı ayrılığın niyetine ve süresine göre hüküm verirken; diğerleri, nikâh akdinin geçerli, fakat fiilî birliğin bozulmuş olduğunu belirtir (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, c.2, s.67). Bu yüzden İslâm hukukçuları, terk eden taraf kim olursa olsun, asıl değerlendirmenin niyet ve mağduriyet ekseninde yapılması gerektiğini vurgulamıştır. Zira bazen evlilikleri bitiren olaylar değil, sessizliktir; konuşulmayan cümleler, gidilmeyen adımlar, atılmayan özürlerdir.
2. İlâ: Kur’anî Bağlamda Terkin Dini Formu
Kur’an’da geçen “ilâ”, kocanın eşine yaklaşmamaya dair ettiği yemin anlamına gelir (Bakara 2/226). Bu, sadece duygusal bir uzaklaşma değil, yeminle kayıt altına alınmış bir evlilik krizidir. Klasik fıkıhta bu durum, dört ay süren bekleme dönemi sonunda boşanma sebebi sayılmıştır (İbn Kudâme, el-Muğnî, c.8, s.15–20).
Bu uygulama, Cahiliye döneminde erkeklerin eşlerini uzun süre askıda bırakma alışkanlığına sınırlama getirmiştir. Kur’an, bu keyfî tutumu dört aylık sınırla hukukî bir çerçeveye oturtmuştur. Kur’an bu süreçte erkeğe bir geri dönüş ve pişmanlık imkânı tanır: “Eşleriyle ilişkide bulunmamaya yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır; eğer dönerlerse Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.” (Bakara 2/226)
İlâ, aslında bir psikolojik kopuşun dini-hukukî ifadesidir. Eğer erkek bu süre içinde yemini bozmaz ve eşine dönmezse, dört ay sonunda kadının boşanma hakkı doğar. Yani “ilâ”, hem bir sınav, hem de bir uyarı sürecidir. Kur’an’ın dört aylık bu bekleyiş süresi ceza değil, bir muhasebe süresidir; insanın sevdiğini mi yoksa egosunu mu koruduğunu fark etmesi için tanınan bir mühlet.
3. İki Kavram, Aynı İnsan Gerçeği
Görüldüğü gibi “terk” ile “ilâ” aynı duygusal zeminden doğar: birlikteliğin anlamını yitirmesi. Ancak “ilâ”, Kur’an’ın diliyle ifade edildiği için halkın gözünde dini bir vakar, “terk” ise seküler bir suç veya ayıp gibi algılanmıştır. Biri “Müslüman norm”, diğeri “kâfir norm” muamelesi görür adeta.
Oysa ikisi de aynı hakikati dile getirir: Evliliğin özündeki sevgi, güven ve yakınlığın ortadan kalkması. Biri yeminle, diğeri fiille gerçekleşir. Her ikisi de aile bağını çözer, sadakati zedeler ve ortak yaşamın temelini sarsar. Serahsî’nin de ifade ettiği gibi, “aile hukukunda zulüm, terk ile başlar” (el-Mebsût, c.6, s.154).
4. Sonuç: Farklı İsim, Aynı Sonuç
Klasik Arap kültürü bu duruma “ilâ” derken, modern hukuk “terk” adını vermiştir. Ama her ikisi de aynı gerçeğe işaret eder: evlilik bağının çözülmesi. İlâ, yeminle yapılan bilinçli bir uzaklaşmadır; terk ise fiilî bir kopuştur. İkisinin de sonunda, eğer dönüş olmazsa, boşanma vardır. O hâlde fark kavramda değil, niyette ve çözüm yolundadır. Ne “ilâ” kutsaldır, ne “terk” şeytanî. Her ikisi de insanın zaafını, duygularının iniş çıkışını ve hukukla dinin iç içe geçmiş sorumluluk alanını anlatır. Belki de asıl mesele, ayrılığın adını değil, nedenini konuşmaktır. Çünkü evlilik, sadece bir akit değil, aynı zamanda bir emanet ve vicdan sözleşmesidir.
Kavramlar savaşının talihsiz kurbanları, duyguların sessiz çığlığı… Çünkü ne kanun ne de yemin, sevginin yerini tutar; evlilikleri ayakta tutan şey lafız değil, vicdanın sadakatidir. Her boşanmanın ardında iki suçlu değil, iki yarım kalmış kalp vardır. Ve bazen en büyük ayrılık, aynı çatı altında birbirine yabancılaşmaktır.