Halk mı seçsin? Uzmanlar mı seçsin?

Tarihten günümüze yönetici seçiminde bütün halk mı yoksa sadece uzmanlar mı seçime katılsın tartışması yaşanmaktadır.

 BİREY OLAMAYANLARIN OY KULLANMA TARTIŞMASI

Tarihten günümüze yönetici seçiminde bütün halk mıyoksa sadece uzmanlar mı seçime katılsın tartışması yaşanmaktadır.

Zira birey olamamış toplumların yöneticiseçiminde oy kullanıp kullanamayacakları hep dile getirilmiştir. Birey olamayanların özgür iradeleri olamayacağı gerekçesiyle bu tartışmalar ilk dönemlerden itibaren yaşanmaktadır. Zira özgür olamayan bireyler, köle ve sürü bireyler olacağından; karar vermeleri menfaatleri oranında olacağı endişesini hep taşımışlardır. Demokrasinin de özgür bireylerin seçimi olduğunu iddia etmişlerdir. Aksi takdirde pratikte yönetenler ve yönetilenler arasında hakların ve hukukun hâkim kılınmasından ziyade, tarihteki ganimet paylaşımının sürdürülmesinin kaçınılmaz olarak görmektedirler.

Midesinden bağlı köle bireylerin sağlıklı karar veremeyeceği, bu tür toplumlarda demokrasinin gelişmeyeceği, bugün dahi halen tartışılmaktadır. Menfaatçi ve sürü toplumların iradeleri, sakat kabul edilmiştir. Bu tür birey ve toplumların yönetici seçiminde karar sahibi olmalarını sağlıklı görmemektedirler.  Öte yandan yönetici seçiminde bir de aşiret ve kabile anlayışlarına sapılması ciddi problemler doğuracağı kaçınılmaz görülmüştür.  Bu tür bireylerin sağlıklı karar veremeyecekleri iddia edilmiştir. Bu bağlamda geleceklerini tehlikeye atmak istemediklerini dile getirmişlerdir.  Tarihten günümüze yöneten ve yönetilenler arasında izlenmiş olan sosyal politika elbette ki bizlere tecrübe açısından ışık tutacaktır.

Kur’ân’da yöneten ve yönetilenler arasında en önemli ilkelerden biri de şûrâ ilkesidir. Kur’ân’da şûra süresi de bulunmaktadır. (şûrâ, 42/36-38.) Şûra yönetim hukukumuzun da temelidir. Şûra Kur’ân’ın anayasal bir yönetim ilkesidir. Desene bu ilke yöneten ve yönetilenler arasında üst norm niteliğinde temel ilkedir. Bu ilkenin ihlali, anayasal bir ihlaldir. Bu ilkenin ihlali durumunda zorba, dikta ve monark yönetimler hâkim olur.

 Bu ilke ile yönetim halka dayanmaktadır. Bu yetki ya bütün halka ya da konusunda uzman heyete dayanması gerekmektedir. Bu konu hep tartışılmıştır. Bu yüzden bir kısım bilginler icma’yı kabul etmemişlerdir. İcma kavramı hakkında yapılan tanımlamaları esas alan bilginlerden bazıları, “müçtehitlerin ittifakı”  kavramı yerine “ulu’l- emr” kavramı koyarken; bir kısmı da Müslümanların/ ümmetin icmasının esas alınması gerektiği vurgulamışlardır.

Bilginlerin icma kavramı ile ilgili yükledikleri manalara göre anlam verdikleri anlaşılıyor. İcmanın hatadan uzak olması görüşüne dayananlar, “Ulu’l- emrin” icmasının hatadan beri olmayacağından hareketle bütün müçtehitlerin ittifak ettiğinin aranması gerektiğini öne sürmüşler.

Bu ilişki adeta mütevatir ve meşhur hadislerle, ahad hadisler arasındaki ilişkiye benzetilebilir. İcma karar almak anlamında kullanılmıştır. İcmanın hukuki dayanağı dolaylı yollardan nass gibi görülse de asıl olarak ortak aklın bireysel akıldan daha otorite sayıldığıdır.

ORTAK AKLIN BİREYSEL AKLA TERCİH EDİLMESİ

Kuşkusuz ortak aklın kararının bireysel akla tercih edilmesi işin doğasıdır. Bunlardan birincisi klasik kaynaklarda icma kavramı ile ifade edilirken; bireysel içtihatlar için ise kıyas kavramı kullanılmıştır. Sonuçta bilgi kuramı olarak her birinin zann-ı galibe dayanması odak noktasını oluşturmaktadır.

Dini sabite değerlerden olan nasslardan hüküm istinbatında hükmün amacına yönelik akıl yürütme, gerçeği ortaya çıkarma mücadelesidir. Bu da bilimsel veriler, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik durumlar değer kavramına işlerlik kazandırmaktadır. İslam’ı araçlardan elde edilen değerler, birey ve toplumların problemlerini çözdükleri ölçüde, onlara huzur ve barış sağladıkları oranda yürürlük sağlarlar.

Naslardan üretilip değer yargıları birey ve toplumların barışına imkan verdiği oranda kabul görüp yürürlüğü sağlanır. Tarihin belli dönemlerinde müçtehitler, dönemin koşullarına uygun değer yargıları oluşturmuşlardır.

Bunda da çok başarılı hizmetler vermişlerdir. Bu değer yargılarının günümüz dünyasına ışık tutacağı, projeksiyon görevi yapacağı kuşkusuzdur. Her kazanılmış tecrübe birikimi tekâmülün sağlanmasına katkı sağlayacaktır. Ancak zaman ve koşulların yeni imkânlar ve fırsatlar doğuracağı da kuşkusuzdur.

Sosyal hayatta meydana gelen bu değişmeleri hukukçuların yeniden ele alması, her şart ve zeminde ortaya çıkan sosyal problemlere müdahale etmesi de kaçınılmaz görünmektedir. Her bir olay, defacto dünün aynısı olması düşünülemez. Sosyal olgular kendi şartlarının ürünüdür. Bunun için sosyal olaylar ve sosyal olgular, sosyal hukuk normlarının sürekliliğini tetiklemektedir.

Bir sosyal hukuk normu ilkesel bazda varlığını devam ettirse de çoğu kez mahiyet farkı bulunmaktadır. Şekilsel bir takım benzerlikler bulunsa da mahiyet olarak farklılık bulunması kaçınılmaz olur. Onun için sosyal hayat boşluk kabul etmez ilkesi bir deyim haline gelmiştir. Tecrübeler bizlere bunu göstermektedir. İcma kavramı literal anlamda tartışılması mahiyeti ve işlerliği konusunda ciddi endişeleri beraberinde getirmiştir.

Zaman zaman kutsal metin aracı konumuna da yükseltilmiştir. İyi niyetle yapılan icma anlayışının zamanla statik bir yapı kazanmış olduğu da anlaşılmaktadır.

YETKİNİN HALKTAN ALINMASI

Keza İslâm’da yetkinin sadece halktan alınmasını gerektiği de anlaşılmaktadır. Bu da halkın bir tür kendi kendisini yönetmesi demektir. Klasik dönemde yetki devri veya yetkilendirme iki şekilde gerçekleşmiştir. Yetkilendirme, ya biat aracı ya da ehlü’l hal ve’lakd”en alınacak yetkiyle sağlanmıştır. Ancak yine de tarih boyunca hâkimiyetin kaynağı, meşruiyeti ve kime ait olduğu hep tartışıla gelmiştir.

Öte yandan, İslâm’ın yönetim hukukuna getirdiği bu temel ilkeler, önerdiği yönetim şekli ve siyasi rejim, Peygamber (sav) izlediği sosyal siyaset hep merak konusu olmuştur. Devlet başkanı atamanın meşruiyet kaynağını, ya biat aracı ile halk ya da halkın seçeceği kurul olan “Ehlü’l Hal ve’lAkd’den” alınacak yetki oluşturmuştur. Bu sayede İslâm idare hukukunda, yöneten ve yönetilenler arasında yetki ve sorumluluk alanında bir denge kurulmaya çalışılmıştır

Biat, klasik dönemde yöneticiyi seçmek ve toplumsal kararları almak için en önemli bir araç kabul edilmiştir. İslâm halifesi egemenliğini halktan almıştır. İlahi iradeyi temsil eden toplumun genel iradesidir. Halife seçimi doğrudan halk veya onun yetkili kıldığı temsilciler “ehlü’l hal ve’lakd” (akil / uzman kişiler topluluğu) tarafından gerçekleşmiştir. Bu seçici kurul iktidarı kurmaya ve bozmaya da yetkilidir. Kur’ân’ın anayasal mahiyetli bir ilkesi olan şûrâ/meşveret halkla ilgili bütün işlerde ortak aklın geleceğini planlaması olarak görülmüştür.

İŞ HAKKINDA ONLARA DANIŞ/MEŞVERET ET”

Kur’ân yönetimle ilgili kararlarda ashabına danışmayı ilke olarak önermiştir. (Âl-i İmrân, 3/159) Peygamber (sav) vahiyle belirlenmeyen alanlarda istişareyi kendisine ilke edinmiş ve kurumsallaşmasını sağlamıştır. Onun bu davranışının ilham kaynağı Kur’ân’ın “İş hakkında onlara danış/meşveret et. Bir kere de azmettin mi artık Allaha güven” buyurulmasıdır. (Âl-i İmrân, 3/159.)“Onların işleri aralarında danışma/meşveret iledir” (Âl-i İmrân, 3/159) ayetleridir. Peygamberimiz (sav), dini bir hüküm olmayan alanların hemen her birinde istişare yapmıştır.

Bunları ilahi vahiyle değil de kendi şahsi tecrübesi ve içtihadıyla yapmıştır. Pek çok savaşta (Bedir, Uhud, Hendek ve Tebük gibi) ve sosyal hukuk alanında ashabı ile istişare etmiştir. Peygamberimiz aldığı önemli kararlarda hep istişare etmiş, ashabına danışmıştır. Onlar kendi aralarında yönetimle ilgili konuları birbirlerine danışarak karara bağlarlar ilkesini benimsemişlerdir.

Keza İslâm’da sınıfsız bir toplum oluşturma hedeflenmiştir. Dikey yapılanma değil de yatay yapılanmaya önem verilmiştir. Hz. Ebu Bekir, ridde olaylarına karışanlara taviz vermemiştir. İrtidat olaylarının pek çok sebebi ve amacı vardır. Peygamber (sav), vefat edince doğan otorite boşluğu sebebiyle bazı Müslümanlar devlete karşı sorumluluklarının bittiği algısına kapılmışlardı. Hz. Ebu Bekir’le kurulan yönetime karşı, Müslüman olduğu halde zekât vermek istemeyenler, otoriteye itaat etmeyip kabile ve aşiretlerine geri dönmek istemeleri gibi pek çok sebeple irtidat olaylarını başlatmışlardır.

Hukuk devleti nedir? Yönetimde liyakat nedir? Hukuk devleti nedir? Yönetimde liyakat nedir?

ÜMMETİM DALALET ÜZERE BİRLEŞMEZ.”

Hz. Ebu Bekir, bir devlet başkanı olarak sahabeyle istişare edip bu devlete başkaldıran bağy, irtidat ve isyan gibi suçları, örgütlü bir suç görüp devlete karşı bir isyan kabul ederek savaş ve öldürme dahil ciddi bir karar almış. Bu uygulamanın meşruiyet temeli, ehlisünnet ve icma anlayışı olarak görülüyor. Nitekim Peygamberimiz (sav), “Ümmetim dalalet üzere birleşmez.” (Tirmizi, Fiten, 7.)“slümanların güzel gördüğüşey Allah katında da güzeldir.” (Müsned, I, 379)

Tüm bu hadisler birlikte değerlendirildiğinde şûrâ, icma ve ehlisünnet anlayışı kavram kargaşasına sokulmuştur. Keza ehlisünnet ve’l cemaat anlayışı, icma ile takip edilen bir tür orta yol olsa gerektir. Bu orta yol, mevcut toplumlara örneklik teşkil edecek, doğruyu ve hakikati yakalamada daha sağlıklı olan ehlisünnet/hidayet yolu olan orta yolun pratik göstergesinden başka bir şey değildir.

Öte yandan daha sonra her çağa uygun kanun yapma ihtiyacı hissedilmiştir. Bunun için biat güncellenmiş ve sandık usulü oy sistemiyle yetkilendirme sağlanmıştır. Halkın kendi kendisini yönetme sisteminin pratik adıbugün kavramsal olarak demokrasi olmuştur. Demokratik yöntemle seçilen kişilere vekil denmiştir.

Bu seçime bütün halk mı katılsın veya seçkinlerden mi oluşsun problemi her daim tartışılmıştır. Klasik dönemdeki şura ile icmanın yapısı ve tanımı iyi anlaşılamadığından seçim ve karar hususlarında ciddi bir bilgi kirliliği ve kavram karmaşası bulunmaktadır. Kendi kurumlarını yütmeyen bir toplum iflah olamaz. Kavramlarla dövüşen bir toplum asla gelişemez. Biran önce şûra ile icma konusunun hararetle güncellenmesi gerekmektedir. Saygılarımla. Prof. Dr. Hadi Sağlam