İnsan krizi nedir? Kriz ve şiddet sarmalı nedir? İnsan krizi nedir? Kriz ve şiddet sarmalı nedir?

Dinlerin kökenini oluşturan iki ana unsur bulunmaktadır. İnanç ve inancın gereği olan ibadetler.

 İNANÇ VE İBADET DÜNYAMIZ

Dinlerin kökenini oluşturan iki ana unsur bulunmaktadır. İnanç ve inancın gereği olan ibadetler. Kur’ân hukuki düzenlemelerden ziyade insanların inanç yönüne önem vererek nazil olmaya başlamıştır. Evvela insanları bir olan Allah’a inanmaya çağırmıştır. İmandan sonrada yaratıcı ile bağlantı noktası olan ibadetler bahsine geçilmiştir.

Kur’an-ı Kerim'deki ayetlerin genel muhtevası tevhit akidesi üzerine kurulmuş bir sistemdir. Tevhid, imanın en büyük şartı olup insanlığın yaratıldığı ilk dönemden bu yana süre gelmiş ve bütün insanlığı kaplamış evrensel bir akidedir. Vahyin indiriliş sürecindeki hitap özelliklerinden olan, "Ey insanlar’’ hitabında tevhidin tüm insanlığı ilgilendirdiğinin ve evrensel bir kaide olduğunun bir göstergesidir.

Din, en yalın biçimi ile tanrıya inanmak ve ona ibadet etmek olduğuna göre dinin bir inançbir de ibadet ve muamelat sistemi içermesi gerekir. İşte bundandır ki yalın şekilde bir inanç sisteminin varlığından söz edilemediği için güçlendirme ve yaratıcı ile yakinen bağlar kurmak adına konulmuş bedensel formlara da ibadet denmiştir.

Yani ibadetler inancın ete kemiğe bürünmüşşekilleridir. İbadet, mükellefin yaratanına karşı saygı içerisinde boyun eğerek, O’nun istediklerini yapması demektir. Zahiri olarak ibadetler şekil açısından çok basit kabul edilse de tanrının tasarımı oldukları için onların gücü ve gizemi dünyanın ötelerine uzananaşkın değerlere sahiptir.

Her farklı ibadet, kul ile Allah arasında farklı bağların kurulmasını sağlamaktadır. Kur’ân, imani meselelerden sonra belirli bir olgunluğa erişen topluma yasal düzenlemeler getirmeye başlamıştır. Bu bağlamda Kur’ân’daki iktisadi ve sosyal düzenlemelerin temel ilkelerini veren ayetlerin sayısı azdır.

 Bu ayetler ise toplumda yürürlüğü devam eden ilkelerin düzenlenmiş hâli ya da aynen devam ettirilmişşeklidir. Fertlerin toplum içerisinde hukuki himayesini tanzim eden Şâri, dönemin örf ve yaşayışşekillerini dikkate almıştır. Geçmiş toplumların ilkeleri ile cahiliye örf ve adetlerinin yansımaları vahiyle birlikte hukuki özellik kazanmıştır. Yani birdenbire var olan gidişatı kaldırıp muhataplarını bambaşka hükümlerle karşı karşıya bırakmamıştır.

 İslam’a aykırı olmadığı sürece eski dinlere ait hükümler ve o dönem örf ve adetleri devam ettirilmiştir. Kur’ân-ı Kerimdeki hukuki normlar, toplumları oluşturan her bir bireyin gerek toplum içerisinde gerekse fertler arasında ki yaşayış biçimlerini düzenlemiştir. Bu düzenlemeler toplum içerisinde devam eden bir durumun düzeltilmesi olduğu gibi yeni ortaya konulmuş bir durum olması da söz konusudur.

Sonuçta din, insanlığın var edilmesinden itibaren Şâri’nin tevhit akidesi üzerine kurduğu bütün insanları kapsayan vahye dayalı evrensel kanunlar manzumesidir. Şeriat ise insanın toplum içerisinde huzurlu bir hayat sürebilmesi için yaşadığı dönemde oluşturulan ve her an değişime açık kanunlar manzumesidir. Bu bağlamda Kur’ân ve sünnetin ya da yapılan içtihatların din alanına mı yoksa şeriat alanına mı girdiğinin tespit edilmesi önem arz eder.

Bu bağlamda bir akıl ürünü olan içtihatlar ise çağlar öncesinde Kur’ân ve sünnetten çıkarılan hükümlerdir. Günümüzde din alanı ya da şeriat alanında yapılmış olan içtihatlar din gibi telakki edilmektedir. Bu da dinin toplum içerisinde yaşanır ve mutluluk kaynağı olmasından ziyade külfet haline dönüşmesine sebep teşkil etmektedir.

İçtihatları dinin değişmez sabiteleri kabul etmek şeriat alanını skolastik bir düşünce sistemine dönüştürmektir. Toplumsal ilerlemeler her daim yeniliklere açık olmak zorunda iken; içtihatlara bağlanıp kalmak din algısını ve dinin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Kaldı ki insanların dinden uzak durmalarına ya da şeriatın her daim insan maslahatına aykırı olduğunu düşündürecek kadar keskin olmasına neden olmaktadır. Oysa Şâri her daim kulunun menfaatini gözetmektedir.

 Sonuç olarak din ile şeriat farklı bağlamda iki alandır. Bu iki kavram arasındaki farkın iyi anlaşılması gerekmektedir. Müslüman toplumların çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmasının temelinde bu kavramların iyi anlaşılmasında yattığından, sosyal hukuk denemeleri adını verdiğim seri halinde on kitabımız yayınlanmıştır. Zira İslâm’ın, sosyal ve iktisadi hayatın değişimine uygun olarak sosyal ve iktisadi hayatının hukuki özel hükümlerinin güncellenmesi arzulanan bir durumdur. Din, sabit alan olduğundan bu alanda güncellenme düşünülemez.

Bu alan, kul ile Allah arasındaki ilişkileri tanzim eder. Bu alana klasik ifadeyle taabbudi / tevkifi alan denilir. Ancak hukuki alanda güncellenme zorunludur. Zira mükellef ve şartları sürekli değişmektedir. Bu değişime, bilim teknik ve teknolojik alanında gelişmeler yanında mali, iktisadi ve iş hukuku alanında sürekli gelişmeler neden olmaktadır. Sosyal hayatın her alanında ortaya çıkan yeniliklere bir çözüm üretilmesi zorunludur. Bu problemlere çözüm üretilmediği takdirde klasik hukuki değerler yürürlüğünü kaybederler.

Sonuçta bu terakki, sosyal hukuk alanında tecdid ve değişimi zaruri kılar. Aksi takdirde kendilerini yenilemeyen toplumlar yenilmeye mahkûmdurlar. Bu değişimin değer normları (yani sosyal hukuk normları) belirlenirken; elbette ki ehl-i sünnet ve’l cemaat algısı dikkate alınmalı, şûrâ ile icma kapsamında (sosyal hukuk normunun niteliğine göre (ittifak, nitelikli veya salt çoğunlukla) bu kararlar, ortak akılla uzman heyet tarafından verilmesi daha sağlıklı ve kabul edilirler. Bunun için kıymetli diyanetimize aktif olarak büyük görevler düşmektedir. Yoksa ihtilaflarımız iftiraka dönüşecek ve başka düşman aramaya gerek de kalmayacaktır. Saygılarımla.