Taabbudî ve Ta‘lîlî hükümler

İslâm hukuk düşüncesinin en derin, en kurucu ve aynı zamanda en fazla ihmale uğramış meselelerinden biri, hükümlerin taabbudî (تعبدي) ve ta‘lîlî (تعليلي) olarak ikiye ayrılmasıdır.

Abone Ol

TAABBUDÎ VE TA‘LÎLÎ HÜKÜMLER

Bu ayrım, basit bir fıkhî sınıflandırma değil; dinin fıtrî–ilahî sabiteleri ile şeriatın toplumsal–dünyevî dinamizmini birbirinden ayıran köklü bir metodolojik mihverdir. Zira taabbudî hükümler, insanın yaratılıştan gelen yönelişine ve Allah ile kul arasındaki mahrem bağa ilişkin, gerekçesi akılla tam olarak bilinemeyen, “tevkîfî” (توقيفي) nitelikteki hükümlerdir. Bu alan, dinin ontolojik sabitesini, korunmuş özünü ifade eder. Buna karşılık ta‘lîlî hükümler, toplumsal hayatı düzenleyen, illeti (العلّة), hikmeti (الحكمة) ve maslahatı (المصلحة) akılla kavranabilen dış hukuk normlarıdır; bu alanda değişim, bozulma değil, şeriatın hayatla temasını sağlayan meşrû ve zarurî bir esnekliktir.

Bu kurucu ayrım doğru anlaşılmadığında iki uç sapma doğar: bir yandan dînî alan dünyevîleştirilir, taabbudî sabiteler beşerî gerekçelere indirgenir ve sonuçta bid‘at (بدعة) ortaya çıkar; öte yandan ta‘lîlî alan tevkîfîleştirilir, değişmesi gereken toplumsal hükümler donuklaştırılır ve bu da hukukî körlüğe (taassup) yol açar. Böylece biri “din adına şekilcilik”, diğeri “şeriat adına donukluk” üreten iki tehlike aynı anda doğmuş olur. İslâm hukuk metodolojisinin dehası, tam bu noktada ortaya çıkar: taabbudî olanı sabitlemek, ta‘lîlî olanı ise yenilemek. Yani bir yandan dinin fıtrî çekirdeği korunur, diğer yandan şeriatın zaman, mekân, örf ve toplumsal vakıaya göre yenilenebilme kapasitesi diri tutulur. Bu bağlamda taabbudî–ta‘lîlî ayrımı, yalnızca bir fıkhın detayı değil; İslâm’ın bütün hukuk mimarisini taşıyan ana eksen, şeriatın hem istikrarını hem dönüşüm kabiliyetini açıklayan ana ilkedir. Bu ilke doğru okunmadıkça ne iç dinamik korunabilir ne dış hukukun tecdîd mekanizması sağlıklı işler.

1. Taabbudî Alan: Dinin Sabiteleri, Gerekçesiz Hükümler ve İç Hukuk

Taabbudî hükümler, İslâm hukukunun “tevkîfî (توقيفي)” yani yalnız ilâhî bildirimle sabit olan, aklın kendi başına illetini (العلّة) ve rasyonel çerçevesini tam idrak edemediği dinin iç hukuk alanını oluşturur. Bu hükümlerin özelliği, beşer aklının anlamlandırma sınırlarının ötesinde kalan bir “mahrem ilâhî alan” olmalarıdır; namazın rekʿat sayıları, abdestin tertibi, orucun vakti ve hac menâsikinin biçimi gibi hükümler, hikmeti (الحكمة) bilinse bile, illetinin kasten kapalı bırakıldığı saf taabbudî normlardır. Bu nedenle bu alan, değişim değil teslimiyet (تسليم) ister; fakihlerin bu sahadaki her müdahaleyi “bidʿat (بدعة)” olarak nitelemesi bu yüzdendir. Kur’ân, bu alanda yapılan ihlâlleri “zunûb / ذنوب” olarak adlandırır (Zümer 39/53); yani bu hükümler doğrudan Allah–kul ilişkisine taalluk eden, bireyin fıtrî manevî hukukunu düzenleyen hükümler olup dış hukukla karıştırılması metodolojik bir sapmadır. Çünkü taabbudî alan, dinin ontolojik sabitelerini, değişmez kimliğini ve ilâhî otoritesini koruyan bir çekirdek hüviyet taşır. İçtihada kapalı oluşu, onun zayıflığından değil, bizzat dinin asıllarını muhafaza etmek için ilâhî olarak kapatılmış bir alan oluşundandır. Eğer bu alan ta‘lîlî alanla karıştırılırsa, ibadetler aklîleştirilir, ritüeller dünyevî gerekçelere indirgenir, dinin semavî yönü beşerî taleplerin oyuncağı hâline gelir. Nitekim usûlcülerin “العبادات مبناها على التوقيف” — “İbadetler tevkîfîdir” (İbn Teymiyye, Majmûʿ al-Fatâwâ, XXII, 12) hükmü, taabbudî alanın dokunulmazlığını ilan eder. Dolayısıyla taabbudî alan, değişmezliğiyle dinin varlığını; illetsizliğiyle imanın teslimiyet boyutunu; tevkîfîliğiyle hukuk sisteminin ilahî sabite mihverini temsil eder. Bu alan değişirse din çözülür; bu alan sabit kaldıkça şeriatın değişen yüzü güvenli bir zeminde hareket eder.

2. Ta‘lîlî Alan: Şer‘î Hükümlerin Aklî Gerekçeleri ve Dış Hukuk

Ta‘lîlî (تعليلي) alan, şer‘î hükümlerin toplumsal hayata bakan yüzünü teşkil eder ve bu alanın ayırt edici vasfı, her hükmün bir illet (العلّة: hükmün bağlayıcı gerekçesi), bir hikmet (الحكمة: hükmün gayesi) ve bir maslahat (المصلحة: toplumsal yarar) üzerine bina edilmesidir; bu nedenle ta‘lîlî hükümler “aklîleştirilebilir dış hukuk” olarak adlandırılır. Fakihlerin “الأحكام مبنية على المصالح” — “Hükümler maslahata bina edilir” (Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nezâir) sözünü, “الحكمة تدور مع المصلحة حيث دارت” — “Hikmet maslahata göre döner” (Şâtıbî, el-Muvâفَقَات, IV, 286) ilkesiyle birlikte kurmaları, ta‘lîlî alanın insan aklıyla kavranabilir rasyonel yapısını gösterir. Kur’ân bu alandaki ihlalleri “seyyiât / سيئات” (Zümer 39/53) diye adlandırır; çünkü bunlar toplumsal düzeni bozan davranışlardır. Bu alanın yürürlük mantığını, usûlün en temel ilkesi belirler: “الحكم يدور مع علته وجوداً وعدماً” — “Hüküm illetiyle var olur, illetiyle yok olur” (Âmidî, el-İḥkâm, c.3, s.118). İllet ortaya çıktığında hüküm işler; illet kaybolduğunda hükmü sürdürmek, şeriata sadakat değil maslahata ihanettir. Bu yüzden ta‘lîlî alan, İslâm hukukunun değişime en açık kısmıdır; burada hüküm değiştiğinde din değişmiş olmaz, bilakis şeriat hayatla uyumlu hâle gelir. Ta‘lîlî alan, şeriatın toplumsal gerçekliğe temas eden dış hukuk yüzüdür; bu alanda içtihad (اجتهاد), kıyas (قياس), istihsan (استحسان) ve maslahat (مصلحة مرسلة) gibi usûl araçları işler hâle gelir. Dolayısıyla ta‘lîlî alanın değişebilirliği, İslâm hukukunun zaafı değil, en güçlü canlılık kaynağıdır; çünkü burada değişen hüküm değil, hükmü doğuran illettir. İllet değişirse hüküm değişir; değişmezse şeriat değil, adalet zarar görür.

3. Din–Şeriat Ayrımı: İç ve Dış Hukuk Kuramı

İslâm hukuk geleneğinde “din (الدين)” ile “şeriat (الشريعة)” arasındaki ayrım, hükümlerin yapısal kimliğini belirleyen en temel teorik eksendir; zira din, tevhidî sabiteleri, metafizik ilkeleri ve taabbudî hükümleri kapsayan iç hukuk alanı iken, şeriat bu sabitelerin toplumsal hayata yansıyan normatif çerçevesi olarak dış hukuku ifade eder. Din, Kur’an’ın “وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ” — “Onlar yalnız Allah’a dini ihlâsla yaşamakla emrolundular” (Beyyine 98/5) ayetinde ifadesini bulan, değişmez metafizik omurgadır; buna karşılık şeriat, “لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا” — “Her birinize bir şeriat ve yol kıldık” (Mâide 5/48) ayetinde işaret edildiği üzere, zamanlara, toplumlara ve şartlara göre farklılaşabilen normatif bir yapıdır. Din, tevkîfî (توقيفي) sabiteleri korur; şeriat, ta‘lîlî (تعليلي) hükümlerle toplumsal düzeni kurar. İç hukuk (dînî alan) değişmez; dış hukuk (şer‘î alan) illete, hikmete ve maslahata göre yenilenir. Fakihlerin “Dinde bid‘at olur, şeriatta tecdîd olur” ifadesi, bu ayrımın asırlık usûlî özüdür. Din değişmez olduğundan ihlâli “zünûb” (ذنب) olarak adlandırılırken, şeriatın ihlâli “seyyiât” (سيئات) olarak nitelendirilir (Zümer 39/53). Bu ayrımın göz ardı edilmesi, ya dinî alanın dünyevileştirilmesine (ibadetlerin aklîleştirilmesi) ya da şer‘î alanın donuklaştırılmasına (muamelatın tevkîfîleştirilmesi) yol açar. Doğru konumlandırıldığında ise din sabit bir öz, şeriat ise değişen vakıaya cevap veren canlı bir hukuk sistemi olarak işlev görür. Bu kuram, İslâm hukukunun hem ilkesel bütünlüğünü hem tarihsel esnekliğini teminat altına alan çifte normatif yapıdır: sabit olan “din”, dinamik olan “şeriat”tır.

4. Taabbudî Alanda Yeniliğin Bid‘at, Ta‘lîlî Alanda Yeniliğin Tecdîd Oluşu

Taabbudî alanın değişmezliği ile ta‘lîlî alanın yenilenebilirliği arasındaki fark, İslâm hukuk metodolojisinin en kritik çizgisidir; zira tevkîfî (توقيفي) nitelikteki taabbudî hükümler, gerekçesi akılla kavranamayan, yalnız ilâhî beyanla bilinebilen dînî normlardır ve bu alana yapılacak her müdahale, Hz. Peygamber’in “من أحدث في أمرنا هذا ما ليس منه فهو ردٌّ” — “Bu din işinde olmayan bir şeyi kim eklerse o reddolunur” (Buhârî, İʿtisâm, 5) hadisi gereği bid‘at (بدعة) olarak değerlendirilir. Çünkü taabbudî alan, dinin özünü, metafizik yapısını ve ibadet düzeninin kendine özgü sembolik dilini korur; burada yenilik aramak, dînin sabitesine müdahaledir. Buna karşılık ta‘lîlî (تعليلي) alan toplumsal ilişkileri, muamelatı, siyasal düzeni ve kamu hukukunu içerir; bu alanın doğasını illet (العلّة), hikmet (الحكمة) ve maslahat (المصلحة) belirler ve bu nedenle değişim burada sapma değil, şeriatın hayatla irtibatını koruyan zaruri bir tecdîddir. Fakihlerin “التغير بتغير الزمان والمكان” — “Hükümler zaman ve mekâna göre değişir” (İbn Kayyim, İʿlâmü’l-Muvakkıîn, I, 204) ilkesini bu alana uygulamaları, şer‘î hükümlerin yenilenmesini meşrû kılar. Bu nedenle tecdîd (تجديد), dinde değil, şeriatın toplumsal yüzünde gerçekleşir; çünkü dinde yenilik sapmadır, şerîatta yenilik ise adaletin sürekliliğini temin eden hukukî zorunluluktur. Taabbudî alanın sabitliği, dinin kemâline; ta‘lîlî alanın değişebilirliği ise şeriatın hikmetine işaret eder: biri bâtını korur, diğeri zâhiri yürütür; biri ilâhî emaneti muhafaza eder, diğeri toplumsal yapıyı adalet üzere ayağa kaldırır.

5. Nesh, Tedricilik ve Yeni Şeriat: Ta‘lîlî Alanın Dönüşüm Mekanizması

Ta‘lîlî alanın değişebilirliğini kavramanın en kritik merhalesi, nesh (النسخ), tedricilik (التدرّج) ve “yeni şeriat” (الشريعة الجديدة) kavramları arasındaki metodolojik farkı yerli yerine oturtmaktır. Zira klasik literatürde “nesh” başlığı altında toplanan hükümlerin önemli bir kısmı, gerçekte hükmün ilgası değil, bağlamın tamamlanması ve yeni toplumsal koşulların doğurduğu yeni illet (العلّة الجديدة) sebebiyle hükmün yenilenmesidir. Kur’ân’ın “مَا نَنْسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَا” — “Bir ayetin hükmünü kaldırır veya unutturursak mutlaka ondan daha hayırlısını veya dengi olanını getiririz” (Bakara 2/106) ayeti, hükmün iptalini değil, daha üstün bir maslahata dayanan yeni hükmün tebliğini ifade eder; silinen hüküm değil, hükmün dayandığı eski bağlamdır. Aynı şekilde “يَمْحُو اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ” — “Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır” (Ra‘d 13/39) ayeti de hükmün değil, hükmün yürürlüğünü taşıyan gerekçenin değişimini bildirir. Tedricî yasama (التدرّج في التشريع), içki yasağında olduğu gibi, merhale merhale olgunlaşan bir norm üretim mekanizmasıdır: önce zarar bildirimi (Bakara 2/219), sonra sınırlama (Nisâ 4/43), ardından kesin yasak (Mâide 5/90). Bu süreç nesh değil, şeriatın pedagojik ve toplumsal olgunluk ilkesidir. Bu nedenle nesh zannedilen birçok hüküm, gerçekte yeni bağlamın doğurduğu “yeni şeriat”tır — yani aynı dinin aynı ilkeleri, fakat değişen illet sebebiyle farklı bir hukuki tezahüre bürünüp yeni hüküm üretmesidir. Şâtıbî’nin “الشرائع تختلف باختلاف المصالح والأزمان” — “Şeriatlar maslahat ve zamanlara göre farklılaşır” (Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV, 286) ifadesi, bu dönüşümün en berrak özetidir. Dolayısıyla ta‘lîlî alanda değişim, şeriatı zayıflatan bir kırılma değil; bilakis şeriatı tarihe değil hayata bağlayan ilâhî hikmetin normatif yenilenme mekanizmasıdır.

6. Sonuç: Taabbudî Alan Dinin Sabiteleri, Ta‘lîlî Alan Şer‘î Yenilenme Zemini

Bütün bu analizler göstermektedir ki İslâm hukukunun omurgası, hükümlerin taabbudî (تعبدي) ve ta‘lîlî (تعليلي) olarak ikiye ayrılmasıyla kurulan çifte normatif yapıya dayanır; zira taabbudî alan, dinin “tevkîfî (توقيفي)” sabitesini, yani ilâhî köklerini koruyan iç hukuk çekirdeğidir; bu alanda değişim, Hz. Peygamber’in uyarısıyla “من أحدث في أمرنا هذا ما ليس منه فهو ردٌّ” — “Bu din işinde olmayan bir şeyi kim eklerse o reddolunur” (Buhârî, İʿtisâm, 5) buyruğu gereğince bid‘attır. Buna karşılık ta‘lîlî alan, şeriatın dış hukuk yüzüdür; burada hükmün değeri lafızda değil, illette (العلّة) saklıdır ve illet değişince hükmün değişmesi, nesh değil, şer‘î tecdîdin (تجديد) ta kendisidir. Kur’ân’ın “يَمْحُو اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ” — “Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır” (Ra‘d 13/39) ifadesi, silinenin hüküm değil, hükmün bağlı olduğu bağlam; sabit kalan şeyin ise ilkenin kendisi olduğunu gösterir. Bu nedenle din sabit, şeriat dinamiktir; din değişmez, fakat şeriat değişir çünkü şeriat, dinin hayata yansıyan suretidir. İç hukuk Allah–kul ilişkisini; dış hukuk ise insan–insan ve toplum–hayat ilişkisini düzenler. Taabbudî alanın sabitliği dini donmaktan, ta‘lîlî alanın değişebilirliği ise hukuku hayattan kopmaktan korur. Böylece İslâm hukuku, ne sadece geleneksel bir ritüeller bütünü ne de sınırsız bir toplumsal mühendisliktir; o, sabit din ile dinamik şeriat arasındaki ilâhî dengeyi muhafaza ederek çağlar boyunca adaleti yeniden üretme kudretidir. En nihayetinde sabit olan dindir; değişen, dinden değil dış hukuk alanını besleyen illetteki dönüşümlerden kaynaklanır. Dinin özü korunur, şeriat ise vakıa ile birlikte yeniden doğar; böylece adalet hem ilâhî hem tarihî bir süreklilik kazanır.