YENİLENMEZSEN, YENİLİRSİN.

İslam dünyasında dini alanda yapılan bilimsel çalışmalara bakıldığında tecdit / yenileme hareketlerinin özellikle usul ve hukuk branşlarında olduğu görülür.

Çünkü sosyal hayattaki değişmelere paralel olarak hukuk normlarının da değişmesi gerektiği, genellikle kabul edilir. Gerçek şudur ki bu sosyal alanda ihtiyaç duyulan yenilenme ve yenilikçilik gerekli hatta zorunludur.

Bu bağlamda yenilenme, eşyanın tabiatında mevcut olup hemen her şeyde olması gereken bir fıtrat kanunudur. Maddi ve manevi alandaki bu yenilenme bir tür terakki yolculuğudur. Bu terakki yolculuğunda dinin değişken değerlerinin yeniliğe ihtiyacı vardır. Hayatta her şey bir akış halinde olup gelişmekte ve değişmektedir. Hayatın bu dinamik özelliği, bir fıtrat kanunudur.

Öte yandan gelişen hayat, boşluk kabul etmez. Bir bilgisayar ve telefonunuzu güncellemediğiniz takdirde bunlardan istifade etme imkânınız kalmayabilir. Ancak yenilikçilik, eskileri reddetme, yıkma ve tahrip etme anlamına da gelmemelidir. Buna tecdit değil, tebdid denilmektedir. Yenilikten kastımız ruhu baki kalmak kaydıyla nasları ilk doğduğu günün temellerine ve esaslarına döndürmektir. O şeye asli özelliğini vermektir.

Bu bağlamda tecdidin anlamı eskiye yapılan düzeltme ve onarımdır. Bu nedenle tecdit hiçbir zaman asla ters görülmemelidir. Öte yandan her zaman diliminin bir hakkı vardır. Her zaman dilimini oluşturan bu tarihi süreçte çevre ve zaman adeta birbirinden ayrılmaz ikilidir. Varlıklar bu devrelerden geçmek durumundadırlar. Bu bağlamda mazi, bazen geçerliliğini yitiren bir gölge bazen de geleceğe ışık tutan bir tecrübedir. Kök, gövde, dal ve budaklar i̇yi̇ algılanmalıdır.

 Tecdit konusunda Ebu Davut’un, Ebu Hüreyre’ den rivayet ettiği şu hadis dikkat çekicidir. “Allah (cc), bu ümmete her yüz senede dinlerini yenileyecek birini gönderir” rivayetidir. Bu rivayetin ortaya koyduğu delil, açıkça dinin değişken değerlerinin yenilenmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bu bağlamda tecdit bir gereklilik hatta zorunluluktur. Klasik ifade ile bu hadis, açıkça tecdidin gerekli olduğunu bildiren bir delil olsa gerektir. Bu tecdit değişken değerler yani “örf ve illet” üzerine bina kılınan hükümlerin bu örf ve illetin değişmesiyle değişeceği hemen herkesçe kabul edilen bir fenomendir.

Bu bağlamda toplumsal yapıların değişmesi, toplumların “norm ve form” yapılarının da değişmesini getirmiştir. Hiç kuşkusuz fıkıh usulü, nasların doğru anlaşılması için geliştirilen bir metodoloji ilmidir. Bu metodoloji ilmi sayesinde naslar, daha doğru, tutarlı ve isabetli anlaşılabilir. Denetlenebilir özelliğe sahip olunabilir. Fıkıh usulü kitaplarındaki ifade ve misallerin anlaşılması günümüzde pek çok problemleri de beraberinde getirdiği bir gerçektir.

Fıkıh usulü, “sübut ve delaleti katî olan nasları” temel almalıdır. Fıkıh usulü kitaplarında pek çok içtihatların temele esas alınması zamanla bu ilme güveni sarstığı söylenebilir. Öte yandan “âmm, azimet, mutlak gibi” bazı kavramlar ile “hâs lafızların katiliği” ilkesi ayrı bir durumdur. Keza fıkıh usulü kitaplarındaki bu kavramların güncelleştirilmesi de kaçınılmazdır. Hitap ettiği kitlenin yaşamındaki anlam diline çevrilmesi verimlilik açısından önemlidir. En azından mevcudu güncelleyerek daha sistematik bir yapı kazandırılması gerekmektedir.

İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren müçtehitler arasında pek çok konuda faklı usul esasları tespit ettikleri bilinmektedir. Bu terakki yolculuğunda insanlar, kavramlar, devletler zamanla yok olsalar da ruh ve gayeleri ebedidirler. Demek ki ilk dönemlerden itibaren hemen her dönemde az veya çok bu yeniliğe ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyaç sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapıların değişmesinde kendisini daha da hissettirmiştir. Hani derler ya isabetli metot, metotsuz isabetten daha iyidir.

Bazılarına göre bu değişimin sebebi, Ebu Yusuf’a isnat edilen “örfe dayalı nasların hükmü o örfün değişmesine göre değişkenlik gösterir” ifadesine dayanır. Keza değişken esaslara dayalı nasların sosyal hayatın değişmesine paralel olarak değişmesi de esastır. Nitekim daha sonraki dönemlerde yeni meseleleri çözümde yetersiz kalan İslam hukuk usulü yerine, örfe dayalı yeni bir hukuk usulü önerilmiştir.

Bu usule bazıları ““içtima-i usul-ü fıkıh”” adını vermişlerdir. Fıkıh usulünü sosyolojik bakış açısıyla yeniden ele alınmasını savunmuşlardır. Bu da hemen her dönemde olduğu gibi bu da aşırı muhafazakârlık gibi bir şeye karşı olanlar ile taraftar olanlar arasında güç denemesine mahkûm olmuştur. Taklitten tahkike geçiş gibi algılanmamıştır. Örf ve toplumsal gerçekler daima dikkate alınması gerekirken kısır döngü çekişmeler haline dönüşmüştür. Fıkıh merkezli bir toplum değil, toplum merkezli bir fıkıh öngörülmüş, toplum neye ihtiyaç duyuyorsa fıkıh onu kanunlaştırması gerektiği anlayışı sergilenmiştir.

Fıkıh usulünün köklü bir değişime kapalı olduğu fakihlerce genel kabul edilen bir görüştür. Hukuki konularda yapılmış içtihatların nas gibi kabul edilmesi başlı başına bir problemdir. Sosyo kültürel, sosyo ekonomik ve sosyal politik yapıların değişmesi durumunda yeni hukuki olaylara yeni içtihatlar yapılması da kaçınılmazdır. Her olayın mahiyeti birbirinden farklıdır. Mahiyetleri birbirinden farklı olan olaylara farklı hükümler bağlanması gerekebilir. Keza usul hukukunun nihai bir düzenleme gibi görülmesi de hukuk mantığı ile çelişmektedir.

Gerçek olan hukuki nasların anlaşılması noktasında ve toplumsal değerlere yönelik değerlendirmelerin yapılması gerektiğidir. Nitekim Ziya Gökalp İslam hukuk usulü yerine “içtima-i usul-ü fıkıh” adı verdiği yeni bir usul önerdiği, İzmirli İsmail Hakkı Efendi kendisine karşı çıkmış olsa da yenilenmenin klasik esaslar çerçevesinde kalınarak bir yenilenme yapılmasını savunarak İzmirli İsmail Hakkı efendinin de yenilenmeye işaret ettiği anlaşılmaktadır. Bazılarına göre klasik esaslar çerçevesinde kalınarak yenilenmeyi savunurken; bir kısmı da usule kökten yeni bir inşâ önermiştir. Yeniden inşa etme görüşü bulunan Gökalp’a karşı dini tahrip etme ve Batı kültüründen etkilendiği bir tebdid hareketi olarak görülmüş ve karşı çıkılmıştır.

Klasik birikimin yok sayılması anlamında algılandığından Gökalp’ın bu düşüncesi yoğun bir eleştiriye maruz kalmıştır. Ancak bu usul kurullarının değişmez, sabit, hiçbir tadile uğratılamaz anlamına da gelmemelidir. Bu manada Gökalp’ örfi hukuku bir tür asli kaynak kategorisine yükselttiğini ileri sürmüşlerdir. İçtihat denince her ne kadar füru fıkıh akla gelirse de fıkıh usulü kuralları da birer içtihat ürünüdür.

Oysa usulde içtihadın varlığı tarihi bir olgudur. Usul alanında yapılacak ilkesel değişiklikler hususunda prensipte bir engel bulunmamaktadır. Ancak içtihada açık olan ve olmayan alanların tespitinin yapılması başlı başına bir problem olup bu anlayış farklılıklarının aşılması gerekmektedir.

Sonuçta İslam dünyasında usul hukuku alanında bir yenilenmenin varlığı çağımızda daha da önem kazanmıştır. Saygılarımla Prof Dr Hadi Sağlam

Din kardeşliği nedir? Mülkün sahibi kimdir? Din kardeşliği nedir? Mülkün sahibi kimdir?