Allah rızka kefil olduktan sonra senin endişeye düşmen nedendir; yoksa Allah’a mı güvenmiyorsun, “﴿تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ﴾” demiyor musun? Oysa Kur’ân apaçık buyurur: ﴿وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ إِلَّا عَلَى اللَّهِ رِزْقُهَا﴾ — “Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd 11/6)
ALLAH VARSA ENDİŞE NİYE?
Hz. İbrahim, Hz. Hacer’i ve oğlunu kuş uçmaz, kervan geçmez bir çöle bıraktı; ardına bile bakmadan yürüdü. O an Hacer’in yüreği haykırdı: “Bunu sana Allah mı emretti ya İbrahim?” Cevap “Evet” olunca Hacer yere kapandı; çünkü secde, kalbin ve bedenin Allah’a attığı imzadır. Sonra ayağa kalktı, ellerini semaya kaldırdı ve bütün çöle hükmeden o teslimiyet cümlesini söyledi: ﴿تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ﴾“Allah beni korur. Allah beni susuz bırakmaz. Allah beni sahipsiz etmez.” TESLİM OLAN ÜŞÜMEZ. Teslim olan aç kalmaz. Teslim olan asla sahipsiz değildir.
1. Allah’a Sığınan Kışta Üşür mü?
Kış geldi; dağlar karla örtüldü, dallar çıplak kaldı, yollar sessizleşti. Tabiat, sanki ilahî bir emre uyar gibi kabuğuna çekildi; kar taneleri gökten süzülürken, her biri insana görünmez bir hakikati fısıldadı: “Teslim olan üşümez.” Ne var ki dışarıdaki sessizlik insanın içine uğramıyor; çünkü insanı üşüten çoğu zaman soğuk değil, içine çöreklenen endişedir. Karın altında rızkını bulan kuşlar sığınacak yuva aramazken, insanın yarın kaygısıyla titremesi, yaratıcıya olan güveninin kalbine inmemesindendir. Kışın bereketini görmez, sadece soğuğunu hisseder; çünkü bakışı karanlığı büyütür. Rızık Allah’ın teminatı altında olduğu hâlde aç kalma korkusu, kaderi Allah’ın ilminde yazılı olduğu hâlde kontrol edememe hırsı, cehennem gerçeği ortada olduğu hâlde dünyadaki küçük sıkıntıları büyütme eğilimi, kışın ayazından daha çok üşütür insanı. Oysa kar altında bekleyen tohum bile bahara inanır da sabreder; insan ise iman ettiği hakikati hayatına taşımakta zorlanır. Çünkü gönül, inancın ışığını içinde yakmadıkça, kış sadece dışarıda değil içeride de hüküm sürer. Sabır ateşini harlayamayan, tevekkül sohbetine giremeyen, kaderin hikmetini okuyamayan insan, kışın ortasında yalnızca mevsimle değil, kendi nefsiyle de mücadele eder. Dışarıdaki kar toprağı dinlendirir, ama insanın içindeki korkuları dindiremez; çünkü korku, soğuktan değil, Allah’ın vaadine güvenemeyen gönülden beslenir. İşte bu yüzden kışın sessizliği aslında en büyük soruyu yüksek sesle sorar: Allah varsa endişe niye?
2. Allah Rızka Kefilken Bu Endişe Niye?
Allah rızka kefil olduktan sonra senin endişeye düşmen nedendir; yoksa Allah’a mı güvenmiyorsun, “﴿تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ﴾” demiyor musun? Oysa Kur’ân apaçık buyurur: ﴿وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ إِلَّا عَلَى اللَّهِ رِزْقُهَا﴾ — “Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd 11/6) Her sabah aç çıkan kuşu tok döndüren, toprağın altındaki tohumu besleyen, denizin dibindeki balığa bile lokmasını ulaştıran Rab seni mi unutacak sanırsın? İnsan çoğu zaman rızkı kendi emeğiyle var ettiğini sanır ama hakikat bambaşkadır: Rızık, emeğin değil, rahmetin meyvesidir. Bu hakikatin en büyük şahidi ise anneler annesi Hz. Hacer’dir. O, ıssız çöllerde susuz ve yapayalnız bırakıldığında bile tereddütle değil imanla konuştu. Hz. İbrahim’e titreyen dudaklarla değil, sarsılmaz bir teslimiyetle sordu: “Beni bu ıssız vadide bırakmanı sana Allah mı emretti?” Hz. İbrahim “Evet” deyince, Hacer’in dili değil, kalbi cevap verdi: “Öyleyse ben Allah’a tevekkül ettim — ﴿تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ﴾.” İşte teslimiyet budur; işte yakîn budur; işte endişeyi eriten ateş budur. Bir kadın, çölde tek başına, ne suyu vardı ne gölgesi… Ama korkmadı. Çünkü biliyordu ki Allah emrettiyse, Allah tamamlayacaktı. Ve Allah nasıl tamamladı? Zemzem’i yararak, çölü suya boğarak, yalnız bir kadının sükûnetinden ümmete bir hikmet bırakarak…
Şimdi ey insan! Hacer validemizin çöl ortasında taşıdığı o sarsılmaz imanı sen şehirlerin ortasında taşıyamıyorsan, sorun çölün ıssızlığı değil, kalbinin güvensizliğidir. Eğer gerçekten “Allah var” diyorsan, neden ruhun hâlâ “Ya olmazsa?” diye titriyor? Endişe, açlığın değil; Allah’a güvenememenin soğuk mevsimidir. İnsanı üşüten soğuk değildir; Allah’a güvenini kaybeden bir kalptir. O yüzden bil ki: Teslim olan üşümez; Allah’a yaslanan düşmez; rızka kefil olan Allah’tır, korkuya kefil olan ise nefistir.
3. Cennet Varken Dünyada Rahatlık Aramak Niye?
“Eğer gerçekten cennet varsa, dünyada rahatlık istemen niçindir?” Eğer cennet varsa dünyada rahatlık istemek nedendir? Oysa Kur’ân açıkça buyurur: ﴿لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي كَبَدٍ﴾ — “Biz insanı gerçekten zorluk içinde yarattık.” (Beled 90/4). Yani bu dünya konfor değil, çaba yurdudur; darlık imtihanın, imtihan ise cennetin kapısıdır. Bir ticarette bile bedel ödemeden mal almak mümkün değilken, ebedî cennet için hiçbir sabır, hiçbir acı, hiçbir çile taşımadan cenneti istemek hangi aklın kârıdır? Rabbimiz yine buyurur: ﴿أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ﴾ — “Sizden öncekilerin başına gelenler başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Bakara 2/214). Yani Allah diyor ki: “Cennetin bedeli vardır.” Dünya imtihan yurdudur; burada çekilen her acı, ahirette bir nimetin karşılığıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de buyurur: “Dünya mümin için bir zindan, kâfir için ise cennettir.” (Müslim, Zühd, 1). Çünkü mümin bu dünyada sabırla, emekle, çileyle cennetin ücretini öder; cennette ise sınırsız özgürlüğe kavuşur. Yine Efendimiz şöyle buyurur: “Cennet meşakkatlerle, cehennem ise şehvetlerle kuşatılmıştır.” (Buhârî, Rikâk 28). Yani cennet yolunun taşları sabırla döşenmiştir; meşakkat, müminin yükseliş merdivenidir. Eğer dünya tamamen rahat olsaydı, sabrın değeri olmazdı; sabır olmayınca da cennet olmazdı. Allah dünya hayatı hakkında açıkça şöyle buyurur: ﴿إِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ﴾ — “Amellerinizin karşılığı size ancak kıyamet günü tam olarak verilecektir.” (Âl-i İmrân 3/185). Bu ayet bize şunu fısıldar: “Bu dünyada tam karşılık yoktur; tam karşılık ahirettedir.” O hâlde ey insan! Sen ücret almadan cennete girmek mi istiyorsun? Çilesiz bir yol, sabırsız bir teslimiyet, bedelsiz bir cennet mi bekliyorsun? Unutma: Riba bile dünyada bedelsiz kazanç istemektir; cenneti bedelsiz istemek ise ruhanî bir ribadır. Halbuki Allah’ın mükâfatı alın teri, sabır, dua ve teslimiyetle gelir. Çünkü Allah’ın ahirette vereceği cennet, dünyada gösterilen sabrın ücretidir. Kısaca:
Cennet bedel ister; bedeli sabırdır. Cenneti bedava isteyen, imtihanı anlamamış demektir.
Eğer gerçekten cennet varsa, dünyada böylesine inatla rahatlık araman nedendir; yoksa sen cennetin bir bedeli olmadığını mı sanıyorsun? Oysa Kur’ân insanın yaratılış sırrını daha ilk sayfalarda fısıldar: “Biz insanı zorluk içinde yarattık” (Beled 90/4). Yani dünya, konforun değil, imtihanın sahnesidir. Buna rağmen sen hâlâ çilesiz cennet, bedelsiz mükâfat, zahmetsiz yükseliş mi istiyorsun? Rabbimiz seni uyandırır gibi sorar: “Sizden öncekilerin başına gelenler başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Bakara 2/214). Öncekiler açlık gördü, susuzluk gördü, hicret etti, sabretti; sen ise soğuk rüzgâr esti diye yolunu mu bırakıyorsun? Peygamber Efendimiz (s.a.v.) cennetin yolunu çiziyor: “Cennet meşakkatlerle, cehennem ise şehvetlerle kuşatılmıştır.” (Buhârî, Rikâk 28). Bu demektir ki, cennete giden yol güllerle değil, sabır taşlarıyla döşenmiştir. Sen sabrın taşlarını bir bir atmadan, nasıl cennetin kapısında gül açmasını istersin? Dünya mümin için bir zindandır, çünkü mümin burada nefsiyle, arzularıyla, imtihanlarıyla mücadele eder; fakat o zindan, ahirette açılacak kapının anahtarıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) buyurur: “Dünya mümin için zindan, kâfir için cennettir.” (Müslim, Zühd 1). Şimdi sor kendine: Eğer bu dünyada cennet yaşamak istiyorsan, ahirette nasıl cennetin tadına varacaksın? Bu dünya tam bir nimet yurdu olsaydı, ahiretteki mükâfat neye karşılık verilecekti? Çünkü Allah açıkça buyurur: “Amellerinizin karşılığı size ancak kıyamet günü tam olarak verilecektir.” (Âl-i İmrân 3/185). Yani bu dünyada yaşadığın hiçbir çile boşa gitmez; her sabır bir cennet kapısına, her gözyaşı bir rahmet ırmağına dönüşür. O hâlde ey insan! Sen ücret ödemeden cennete mi girmek istiyorsun? Riba bile dünyada bedelsiz kazanç istemektir; cenneti bedelsiz istemek ise kalbin ruhanî bir ribasıdır. Bilmez misin ki kul, bazen bir sabırla cennetin kapısını açar, bazen bir dua ile derecesini yükseltir, bazen bir gözyaşıyla yılların vebalini siler? Cennet, elbette ucuz değildir; çünkü Allah’ın rahmeti, kişinin sabrı nispetinde tecelli eder. Unutma: Cennetin bedeli sabırdır; sabrı olmayanın cenneti, yalnızca hayalidir.
4. Cehennem Varken Musibetlerden Yakınmak Niye?
Eğer gerçekten cehennem varsa, dünyadaki bu musibetler nedendir; insan neden hem dünyada acı çeksin hem ahirette hesap versin diye sorarsın, oysa Kur’ân tam bu noktada hakikatin kapısını aralar: “Başınıza gelen her musibet, ellerinizle işledikleriniz yüzündendir; ayrıca Allah çoğunu da affeder.” (Şûrâ 42/30). Yani dünyanın acısı cezadan değil, affedişten gelir; musibet bir ikazdır, bir arınmadır, bir temizleniştir. İnsan ateşi görmesin diye duman gösterilir; çünkü duman göz yakar, ama ateş yakar. Allah, kulunu cehennemin yakıcılığından korumak için dünyada küçük sarsıntılar verir. Resûlullah (s.a.v.) bunu şöyle açıklamıştır: “Müminin başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, üzüntü, sıkıntı, keder, hatta ayağına batan bir diken bile, Allah’ın onun günahlarını dökmesine vesiledir.” (Buhârî, Merdâ 1). Yani mümin, dünyada çektiği her acıyla cehennem yükünden kurtulur, günahlarından arınır, kalbi temizlenir. Musibet bir tokat değil; bir uyandırıştır. Çünkü mümin, rahatlık içinde uyur, acıyla uyanır. Dünya acılarında adalet aramağa çalışan insan, şunu da unutmamalıdır: “O, zulmetmez; kullar kendilerine zulmeder.” (Âl-i İmrân 3/117). İnsanın sırtına yüklenen sıkıntı, taşımayacağı bir yük değildir; Rabbimiz bizzat buyurur: “Allah hiçbir nefse gücünün üstünde yük yüklemez.” (Bakara 2/286). O hâlde musibet seni öldürmek için değil, diriltmek içindir. Cehennemin azabına karşı dünyanın sıkıntısı bir rahmettir; çünkü küçük acılar büyük ateşlere siper olur. Bir diken batması bile günah silerken, bir hastalık, bir iftira, bir kayıp, bir öfke anı insanı ne kadar arındırır, düşün… Bu yüzden sorunun cevabı açıktır: Dünyadaki musibetler cehennemin habercisi değil, cehennemden kurtuluşun hediyesidir; musibet azap değil, rahmetin kamçısıdır; çünkü Allah sevdiği kulu dünyada arındırır ki, ahirette ak pak huzurla huzur bulsun.
5. Kader Yazılıyken Kalbin Bu Telaşı Niye?
Eğer kader ezelden yazılmışsa, bu içini kemiren endişe niyedir; neden geleceğe yetişmeye çalışırken bugününü tüketirsin? Oysa Kur’ân kaderin mahiyetini insana hatırlatır: “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde başınıza gelen hiçbir şey yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın.” (Hadîd 57/22). Yani ne seni şaşırtan olur, ne de seni aşan; hepsi ilm-i ezelinin içindedir. Buna rağmen insan, yazılmış olanı yazılmamış gibi panik içinde kovalar. Hâlbuki Resûlullah (s.a.v.) buyurmuştur: “Kalem kurumuş, sahifeler dürülmüştür.” (Tirmizî, Kader 8). Kalem çoktan hükmü yazdıysa, senin endişen niyedir? Takdir edilmiş olanı değiştirmeye gücün yoktur; ama takdiri karşılayış biçimini değiştirmeye gücün vardır. Kader, insanı bağlayan bir zincir değil; yürünecek yolu gösteren bir hikmettir. Çünkü Allah, kulunun önüne yazgı koyar ama adımını seçme iradesini verir. İnsana düşen, “Ben neye razıyım?” sorusuna cevap verebilmektir. Kur’ân bir başka yerde “Belki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır” (Bakara 2/216) buyurarak, kaderin görünmeyen yüzünü aralar. Nice acılar vardır ki rahmetin kapısını açar; nice kayıplar vardır ki insanı kendine getirir; nice gecikmeler vardır ki insanı helâke değil, hayra götürür. Bu yüzden kaderi anlamayan insan, hayatı düşman sanır; kaderi okuyan insan ise her şeyde ilahî bir iz görür. Ayrıca Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Başına gelen hiçbir şey seni şaşırtmaz; çünkü sana ulaşacak olan seni bulur, ulaşmayacak olan da seni bulmaz.” (İbn Mâce, Mukaddime 10). O hâlde endişe neden? Çünkü insan çoğu zaman Allah’ın hükmüne değil, kendi planlarına iman eder. Planları bozulunca kaderi suçlar; hâlbuki kader, bozuk planların değil, doğru istikametin adıdır. Bil ki endişe, kaderi anlamayan gönlün hastalığıdır; teslimiyet ise bu hastalığın ilacıdır. Çünkü kaderi yazan Allah olduğunda, endişeye yer yoktur; endişe, kulun yazdığı senaryoda ısrar etmesidir. Unutma: Kaderi sevenin kalbi huzur bulur; kaderden korkanın yüreği hiç ısınmaz
6. Mahşer Adaleti Varken Dünyaya Bel Bağlamak Niye?
Eğer Allah ahirette herkesi hesaba çekecekse, dünyadaki mahkemeler niyedir; neden zulme uğrayan insan hemen ilahî adaleti beklemek yerine dünyevî adalet arar? Oysa Kur’ân açıkça bildirir: “Şüphesiz Rabbin, zulmedenlerin yaptıklarından habersiz değildir.” (İbrahim 14/42). Yani ilahî mahkeme ertelenmiş değildir; sadece vakti henüz gelmemiştir. Dünya mahkemeleri, ahirette kurulacak büyük mahkemenin küçük bir örneğidir; bir gölgedir, hakikatin kendisi değil. Çünkü Allah “Biz kıyamet günü adalet terazilerini kuracağız; kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek.” (Enbiyâ 21/47) buyurarak kesin hükmü vermiştir: Hak orada tam, eksiksiz ve hilesiz ortaya çıkacaktır. Peki o hâlde dünyadaki mahkemeler neden vardır? Çünkü dünya imtihan yurdudur; imtihanın düzeni için dünyevî adalet şarttır. Eğer mazlumun elinden hakkını alacak bir dünya mahkemesi olmasaydı, yeryüzü kaosa döner, zulüm yayılırdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu gerçeği şöyle ifade eder: “Adalet getirmeyen yönetici Allah’ın gazabına uğrar.” (Beyhakî, Şuab 6/83). Bu hadis, dünyevî adaletin Allah katındaki ağırlığını gösterir. İnsan, dünyada adalet arar ama bilir ki tam adalet burada gerçekleşmeyebilir; çünkü şahit şaşar, delil kaybolur, hâkim yanılır, güçlünün sesi mazlumunkini bastırır. Bu eksiklikleri bilen Rabbimiz, müminin gönlüne şu ayeti indirir: “Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görür; kim zerre kadar şer yaparsa onu görür.” (Zilzâl 99/7–8). İnsan bu ayete sarıldığı anda bilir ki dünyada kaybolan hiçbir hak, ilahî terazide kaybolmaz; dünyada örtülen hiçbir suç, mahşer gününde örtülü kalmaz. Dünya mahkemeleri, yaşarken zulmü azaltmak içindir; ahiret mahkemesi ise zulmü bitirmek için. Bu yüzden dünyevî adalet hatalıdır, sınırlıdır, eksiktir; çünkü insan eliyle kurulur. Ama ilahî adalet sınırsızdır, eksiksizdir; çünkü Allah’ın ilminden doğar. Ey insan! Eğer Rabbine gerçekten iman ediyorsan, şunu unutma: Dünyada adalet aramak görevindir; fakat “tam adalet” beklentisini bu dünyaya yüklemek kalbini yorar. Asıl adalet, mahşer sabahı kurulacak büyük mahkemede meydana çıkacaktır. Çünkü dünya adaleti gölgedir; ahiret adaleti güneştir. Dünya mahkemesi sınavdır; ahiret mahkemesi sonuçtur. Son hükmü Allah veriyorsa, hiçbir hak zayi olmaz.
7. İnanç Dururken Hayatı Ondan Koparmak Niye?
İnanç, yalnızca bireyin iç dünyasında saklanan mahrem bir duygu değildir; sosyal hayatın bütün damarlarına sızan, hukuku, ekonomiyi, aileyi, eğitimi, siyaseti etkileyen temel bir dinamiktir. İnanç, itikat ve ahlak alanları büyük ölçüde zamanlar üstü ilkelere dayanır; doğruluk, adalet, merhamet, emanete riayet, kul hakkından sakınma, iffet, sadakat gibi değerler, her çağda geçerli olan insanlık ortak paydasıdır.
Sosyal hayat açısından ise değişmez ilkeler kadar, değişen ve olgunlaşan değerler de vardır. Örfler, ekonomik modeller, hukuk teknikleri, yönetim biçimleri, iletişim araçları değişir. Burada sorun, değişimi reddetmek değil; inanç ve ahlak ile değişen sosyal düzen arasındaki sınırları karıştırmaktır. İnanç ilkeleriyle sosyal ve iktisadî değerleri birbirinden tamamen ayıran toplumlar, “din başka, hayat başka” diyerek dinlerini oyuncak hâline getirirler. Buna karşılık, inancı sadece şekle indirgeyip sosyal hayata adalet ve merhamet olarak yansıtamayanlar da dinin ruhunu zedelerler.İnançta tek tip elbise fıtrî ve zamanlar üstüdür; yani tevhid, adalet, takvâ, sabır, şükür, merhamet, her çağda aynıdır. Fakat sosyal hayatta tek tip elbise, akla ve hikmete aykırıdır. Aynı coğrafyada, aynı iklimde bile insanların ihtiyaçları farklıyken, bütün toplumlara tek bir tarihsel kalıpla yaklaşmak mümkün değildir. Zaman, akan bir nehir gibidir; yaz olursa bağları bahçeleri sular, kış olursa taşar ve felaket getirebilir. Hikmet, bu nehrin yatağını doğru okumak, ilahî ilkeleri değişen şartların içine isabetle yerleştirmektir.
Din, ne salt gelenekçilikle zamana kapıyı kapatmak, ne de modernlik adına ruhunu pazarlamaktır. İnanç, kalpte kök salmış bir ağaç gibidir; kökleri vahye, gövdesi sünnete, dalları akla ve tecrübeye dayanır; meyveleri ise sosyal hayatta adalet, iktisatta helâlilik, hukukta hakkaniyet, ailede şefkat, ticarette güven, ilimde tevazu olarak görünür.
8. Huzur Allah’tayken Bu Yürek Üşür mü?
Ey insan! Eğer bütün bunlar hakikatse—rızka Allah kefilse, cennet için çile gerekiyorsa, musibetler günahları döküyorsa, kader ezelde yazılmışsa ve adaletin hakikati ahirette yaşanacaksa—o hâlde bu bitmeyen endişe, içini kemiren korku, geceni daraltan panik niyedir? İnsan, Allah’ın verdiği bütün ilahî garantilere rağmen neden hâlâ kendi vehimlerinin karanlığında kaybolur? Oysa Kur’ân seni bütün bu karanlıktan tek bir cümleyle çekip çıkarır: ﴿أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ﴾ — “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 13/28). Çünkü huzur parayla değil tevekkülle, güven planla değil teslimiyetle, sükûnet dışarıdaki baharla değil içerideki imanla gelir. Musibetler seni öldürmek için değil, diriltmek içindir; kader seni hapsetmek için değil yönlendirmek içindir; sabır seni geciktirmek için değil olgunlaştırmak içindir. Allah’ın kullarına vadettiği her şey gerçektir; kulun kendine vadettiği hiçbir şey garanti değildir. Dünya seni yorabilir, insanlar seni incitebilir, hayat seni sınayabilir; ama Allah seni asla terk etmez. İnsan bazen hayatın karmaşasında kaybolur, fakat ilahî ses her kış günü kulağına aynı hakikati fısıldar: “Teslim olan üşümez.” Üşüyorsan bil ki soğuk dışarıdan değil, içeriden geliyordur; soğuğu dindiren soba değil, Allah’a güvenin ateşidir. Öyleyse ey insan! Korkunu al, iki elinin arasına koy ve Rabbinin önünde şöyle fısılda: ﴿تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ﴾ — “Tevekkeltü alâllah; işimi Allah’a bıraktım.” Çünkü Allah varsa endişeye yer yoktur; endişe varsa Allah unutulmuştur. Ve unutma: insanın asıl baharı karların erimesiyle değil, kalbin Allah’a dönmesiyle başlar.