İsraf, varlığın sessiz ve ağır bir intiharıdır; insanın nimeti tüketirken aslında kendi ruhunu yavaşça kemirdiği görünmez bir çöküştür.

VAHYİN UYARDIĞI SESSİZ ÇÖKÜŞ: HELÂK EDİCİ İSRAF

Ne dumanı yükselir ne de alevi görünür; fakat iç dünyayı kavuran, derinden ve sessizce ilerleyen bir yangı bırakır ardında. Bir lokmanın ziyanında toprağın binlerce yıllık emeği, bir damlanın akışında yaratılışın sırları, heba edilen bir dakikada insanın ömür sermayesi erir gider. Eşya çoğaldıkça hayat daralır; imaj büyüdükçe benlik küçülür; lüksün parıltısı arttıkça iç âlemin ışığı söner. Modern insan artık ihtiyacını değil, kendi içindeki boşluğu satın almaktadır. Dolaplar dolup taşarken gönüllerin ıssızlaşması; konfor yükselirken kalplerin alçalması bundandır. Bu yüzden israf, yalnızca maddî bir savurganlık değil; insanın kendi vicdanına karşı işlediği en ince, en derin yabancılaşmadır. Kur’ân’ın “Allah israf edenleri sevmez” hitabı (A‘râf 7/31), bir yasak bildirimi değil; insanın kendi fıtratından uzaklaştığı anlarda duyduğu ilahî bir uyarı çanıdır. Çünkü israf, nimetin değerini bilmemekle sınırlı değildir; nimetin sahibini unutmak, emaneti hoyratça harcamak ve bereket kapılarını kendi eliyle kapatmaktır. Bugün çöpe giden bir ekmek yalnızca bir ekmek değildir; yoksulun hakkı, toprağın nefesi, emekçinin duası, rahmetin izzetidir. Kaybettiğimiz bir saniye ömrümüzden çalınmış bir ömür parçasıdır; boşa yanan bir ampul ise hem rızkımıza hem geleceğimize düşen bir gölgedir. Her biri bize zimmetli bir emanetin sessiz feryadıdır. İnsan emanete ihanet ettiğinde önce bereket çekilir; ardından huzur kararır, en son da insan kendi içinden eksilmeye başlar. Evet, her tarafımız israf; fakat israf kader değil, iradedir. Toplumların çöküşü bir israf alışkanlığıyla başladığı gibi, dirilişi de bir ölçü, bir itidal ve bir farkındalıkla başlar. Tercihler değiştiğinde yalnız cüzdan değil, kalpler de ferahlar; bereket yeniden toprağa, sofraya ve hayata döner.

Bugün toplumumuz, nimetin değil görüntünün peşinde koşan bir tüketim girdabının ortasında savruluyor. Ayakkabılarımızdan başörtülerimize, gömleklerimizden takım elbiselerimize; zamanımızdan makam hırsımıza, evlerimizden ekranlarımıza kadar her şey lüksün, gösterişin ve helâk edici israfın gölgesinde. Daha acısı şu ki, bu israfın en yoğun yaşandığı kesimler çoğu zaman dindarlığıyla övünen, hassasiyet sahibi olduğunu söyleyen kimseler… Eşarpları yüzlerce lirayı aşan kadınlar, markalarla yarışırcasına giyinen erkekler, düğünlerde lüksü yarışa dönüştüren aileler… Sonra dönüp “promosyon helâl mi?”, “faiz yedirmem” gibi yüzeysel tartışmaların içine sığınıyoruz. Oysa sofradaki, gardıroptaki, evdeki, makamda ve davranışlarımızdaki israf; tartıştığımız meselelerden katbekat büyük bir helâk sebebi hâline gelmiştir.Vahyin temel ikazlarından biri olan israf yasağı, bugün sadece teolojik bir uyarı değil; sosyolojik, ekonomik ve ahlakî bir çöküşün aynasıdır. Zira toplumların çürümesi dilden önce davranışlarında başlar. Biz yıllarca israfı dilde kınadık, hutbelerde duyduk, vaazlarda dinledik; fakat pratiğimizde hiçbir tedbir almadık. Lüksün normalleştiği, tüketimin ibadet psikolojisine bile sirayet ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Devlet ve millet olarak kendimize çekidüzen vermek zorundayız; zira bu gidişat sadece ekonomik krizin değil, ahlakî buhranın da habercisidir. Bugün fakirlik aldı başını gidiyor, geçim sıkıntısı kapı kapı dolaşıyor. Bu tablo bir kader değil; tercihlerimizin, alışkanlıklarımızın ve israfın helâk edici sonuçlarının topluca üzerimize çöküşüdür.

1. İsraf: Nimetin Kıymetini Unutmanın Ahlâkî ve Ontolojik Çöküşü

İslâm’da israf yalnızca fazla tüketmek değildir; insanın yaratılış düzenine karşı işlediği bir hakikat ihlâlidir. Kur’ân insanı mülkün sahibi değil, emanetçisi kılar; nimet ise varoluşun sınav alanıdır. Bu yüzden israf, sadece davranışsal bir aşırılık olarak değil; nimeti değersizleştiren, şükrü unutturan, insanı emanetten koparan bir şuur çöküşü olarak tanımlanır. Ne var ki modern dünya tüketimi ihtiyaç olmaktan çıkarıp kimlik inşasının aracı hâline getirmiştir. Reklamlar iştahı, moda iradeyi, hız kültürü sabrı yok ederken israf, sadece bir alışkanlık değil, bir dünya görüşü hâline gelmiştir. İslâm’ın israf yasağını bu kadar sert koyması, insanın bu kaygan zeminde kendi özüne yabancılaşmasını engellemek içindir.

2. Kur’ân’da İsraf: Dengeden Sapmanın İlâhî Uyarısı

Kur’ân’da israf, ölçünün bozulması, sınırın aşılması ve dengenin kırılması anlamında geçer. “Yiyin, için fakat israf etmeyin; Allah israf edenleri sevmez” (A‘râf 7/31) ayeti, ne tüketimi yasaklar ne dünyadan el etek çekmeyi emreder; aksine nimeti nimet yapan ölçüyü öğretir. Bir başka ayette “İsraf edenler şeytanların kardeşleridir” (İsrâ 17/27) buyrularak, ölçüsüzlüğün sadece bireysel bir ahlâk zaafı olmadığı; manevî bir kişilik aşınması olduğu ifade edilir. Kur’ân, toplumsal helâk sebeplerini anlatırken israfı en üst sıraya yerleştirir (A‘râf 7/74). Çünkü israf, hem nimetin kadrini inkâr hem de toplum kaynaklarının hoyratça tüketilmesidir. İslâm’ın emirleri “az yiyin, az tüketin” değildir; “israf etmeyin, dengede durun” uyarısıdır.

3. Sünnet’te İsrafa Karşı İnce Ayar: Kaynak Bolken Bile Ölçü Esastır

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatı, israfın sadece yoksulluk zamanlarında değil, bolluk anlarında da haram olduğunu göstermiştir. Nehrin kenarında abdest alırken bile su israfını yasaklaması (İbn Mâce, Tahâret, 48), nimetin miktarının değil, emanet bilincinin belirleyici olduğunu gösterir. Sofra kültüründe artan lokmanın toprağa veya çöpe değil, canlıya veya berekete uygun yere verilmesini emretmesi, israfın yalnızca tüketim değil, tevazu ve şükür meselesi olduğunu bildirir. Giyimde, meskende, konuşmada, hatta duyguda bile israf yasaklanmıştır. Çünkü israf, insanın kendini merkeze alıp nimet ile ilişkisini yozlaştırdığı bir körelme hâlidir.

4. İslâm Hukukunda İsraf: Mülkiyetin Sınırlarını Çizen Emanet Kavramı

İslâm hukukunda mülkiyet “dilediğimi yaparım” özgürlüğü değildir; “emaneti korurum” sorumluluğudur. Dolayısıyla bir kişinin kendi malını dahi israf etmesi, haram ve kul hakkına temas eden bir zulüm sayılır. Fakihler, malı israf eden kimsenin velâyet ve tasarruf ehliyetinin sınırlandırılabileceğini belirtir. Kamu kaynaklarında israf ise daha büyük bir günah ve suçtur; çünkü israf eden kişi, yalnız kendine değil, bütün topluma zarar verir. Siyaset-i şer‘iyye literatürü bu sebeple yönetenlerin lükse ve kamu imkânlarını şahsi zevkine kullanmasına ağır yaptırımlar öngörmüştür. İsraf, hukukî bir normu ihlâl ettiği kadar makāsıdın beş temel ilkesinden “malın korunması”na doğrudan saldırıdır.

5. İsrafın Ekonomik ve Toplumsal Bedeli: Helâkin Sessiz Dinamiği

İsraf bireyin lüks harcaması gibi görünse de toplumda ağır bir adaletsizlik dalgası oluşturur: Gelir dağılımı bozulur, yoksulluk artar, kaynaklar azalır, çalışmanın değeri düşer, gösteriş yarışı toplumu bölerek yeni sınıflar üretir. Dünya çapında yılda 1.3 milyar ton gıdanın çöpe gittiği bir çağda Kur’ân’ın “helâk edici israf” uyarısının ne kadar tarih üstü olduğu anlaşılmaktadır. İsraf sadece ekonomik bir kayıp değil; insanın ortak kaderine karşı işlenen bir suçtur.

6. Modern Dünyada Yeni İsraf Türleri: Görünmez Kaybın Görünür Gerçekleri

Günümüzde israf, sadece sofrada veya alışverişte değildir. Dijital israf: Saatlerce süren sosyal medya tüketimi, dikkat kaybı, zihinsel dağınıklık. Enerji israfı: Elektrik, su, yakıt savurganlığı; iklim krizinin doğrudan sebebi. Zaman israfı: Asr sûresinin vurguladığı en derin kayıplardan biri. Duygu israfı: Gereksiz öfke, abartılı tepkiler, acelecilik. Doğa israfı: Toprağın, havanın, suyun hoyratça kirletilmesi; emanete ihanet. Bu yeni türler, klasik israf anlayışını genişletmek değil; İslâm’ın “denge” yasasının çağdaş tezahürünü görmektir. İsraf insanın hem kendine hem doğaya hem de geleceğe karşı işlediği çok katmanlı bir özensizliktir.

7. İsrafla Mücadelede Kur’ânî Yol: İtidal, İhsan ve Şuur İnşası

Kur’ân israfı yasaklarken alternatif bir yaşam tarzı da öğretir: İtidal – orta yol, ölçü, denge. İhsan – nimetin hakkını vermek, güzel kullanmak. Şuur – nimetin hesabını bilmek, nimetin sahibini unutmamak. Bu üç kavram birleştiğinde israfın panzehiri doğar. Çünkü israfı üreten şey yokluk değil, şuur eksikliğidir; tedavisi de yasak değil, farkındalık ve adalet bilincidir.

Sonuç: İsraf Yasası, İnsan ve Adalet Yasasıdır

İsraf, yalnızca bir alışkanlık değil; toplumun ruh köklerine işleyen, devletin omurgasını kıran, bireyin iradesini çürüten çok katmanlı bir yabancılaşmadır. Bugün fakirlik, geçim sıkıntısı, üretim zafiyeti ve sosyal adaletsizlik birer sonuçtur; sebep ise uzun yıllardır görmezden geldiğimiz tüketim hırsı, gösteriş baskısı ve lüksün normalleşmesidir. Bizler nimetin kıymetini bilmediğimizde bereket çekilir; bereket çekildiğinde toplumun direnci kırılır; direnci kırılan toplum ise en hafif sarsıntıda bile dağılır. Bu, iktisadın değil, vahyin haber verdiği tarihsel yasaların değişmez sonucudur. Devletin israf karşısındaki sorumluluğu yalnızca bütçe disiplinini sağlamak değildir; kamu kaynaklarını adaletle, hassasiyetle ve insafla kullanmak, bürokrasiden yerel yönetime kadar her alanda görünen ve görünmeyen israfa karşı köklü tedbirler almaktır. Kamu malında israf, sadece ekonomik bir hata değil; toplumsal hafızada açılan derin bir güven yarasıdır. Milletin sorumluluğu ise evinden işine, sofrasından tüketim tercihine kadar her alanda ölçüyü ve itidali hayatın eksenine yerleştirmektir. Zira devletin aldığı tedbir, millet yaşam tarzını değiştirmedikçe sonuç vermez; milletin gösterdiği hassasiyet, devlet politikasına dönüşmedikçe kalıcı bir iyileşme doğurmaz. Artık anlamak zorundayız: İsraf bitmedikçe ne bereket geri döner, ne yoksulluk azalır, ne huzur artar, ne de gelecek sağlam temellere oturur. Çünkü israfın olduğu yerde kaynak tükenir, üretim söner, adalet zedelenir, toplumsal ahlâk aşınır. Biz bu aşınmayı lüksün içinde unuttukça, millet olarak fakr u zarurete daha fazla mahkûm oluruz. Bu yüzden bu çağrı bir tavsiye değil, bir zorunluluktur: Devlet kamusal israfı kökten tasfiye edecek adımlar atmalıdır; millet ise evinde, işinde, tüketiminde, zamanında ve davranışlarında itidal ahlâkını yeniden kuşanmalıdır. Çünkü israfın sona ermesi yalnız ekonomik bir iyileşme değil; toplumsal dirilişin, ahlâkî arınmanın ve tarihsel yürüyüşümüzün yeniden istikamet kazanması demektir. Son söz şudur: İsraf, bir toplumu yıkıma götüren en sessiz felâkettir; itidal ise o toplumu dirilten en güçlü devlettir. Eğer bugün tercihlerimizi değiştirirsek yarın kaderimizi de değiştirebiliriz. Bereket, israfın bittiği yere iner; helâk ise israfın hüküm sürdüğü her yere çöker.