Üç aylar, kandil geceleri, Miʿrâc, kabir ziyareti ve tesbihât gibi konular iman değil; ibadet ve fazilet alanına aittir. Bu alanlarda farklı düşünmek doğaldır.
RAHMETTEN İHTİLAFA, İHTİLAFTAN İFTİRAKA
Amelî İçtihat Alanlarının İman Ve Temsil Diline Tercümesinin Ürettiği Toplumsal Kırılma Üzerine Bir Usûl Tahlili
İhtilafın Usûlden Kopuşu Ve Dinî Temsilin Parçalanması
İslâm düşünce geleneğinde farklı görüşlerin ortaya çıkması, hiçbir zaman bir bozukluk ya da sapma olarak görülmemiştir. Aksine bu farklılıklar, dinin hayattan kopmamasının, her çağda ve her şartta insanlara yol gösterebilmesinin tabiî bir sonucu kabul edilmiştir. Çünkü dinin temel metinleri sınırlıdır; hayat ise çok yönlü, değişken ve sürekli akış hâlindedir. Bu sebeple âlimlerin farklı yorumlar yapması, dinin zayıflığı değil; hayata temas edebilme gücünün göstergesidir. Fıkıh ve ibadet alanında ortaya çıkan görüş ayrılıkları da bu yüzden, bölünmenin değil; dinî düşüncenin canlı kalmasının bir işareti sayılmıştır (Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV, 194).
Özellikle üç aylar, kandil geceleri ve benzeri zamanlar, İslâm geleneğinde terğib ve teşvik amacıyla değerlendirilmiş; insanları hayra yöneltme, ibadete ısındırma ve kalpleri yumuşatma vesilesi olarak görülmüştür. Bu tür uygulamalar, dinin özünü belirleyen iman konuları değil; fazilet ve teşvik alanına aittir. Ne var ki bu alan, ölçü ve edep gözetilmeden tartışma konusu hâline getirildiğinde, maksat tersine dönmekte; teşvik vesilesi olması gereken hususlar ayrışma sebebi hâline gelebilmektedir. İslâm geleneği bu noktada da nettir: Her görüş ayrılığı kendiliğinden hayır doğurmaz. Farklılıklar, belli bir ölçü ve edep içinde kaldığında rahmettir; bu ölçü kaybolduğunda ise dil sertleşir, insanlar birbirinden uzaklaşır ve toplumda ayrışma başlar.
Bugün üç aylar ve kandil geceleri, Miʿrâc’ın nasıl gerçekleştiği, kabir başında dua edilip edilmemesi ya da ölüye Kur’an okunması gibi konular etrafında yaşanan tartışmalar, ilk bakışta dinî uygulamalara dair görüş ayrılıkları gibi görünmektedir. Oysa asıl sorun bu konuların kendisi değildir. Asıl mesele, dinin toplum adına kimin konuştuğu ve hangi üslupla konuştuğudur. Tartışma “hangisi doğru?” sorusunda değil; “din adına konuşurken sınırı kim koyuyor?” sorusunda düğümlenmektedir. İbadet ve yorum alanına ait meseleler, iman ölçüsü hâline getirildiğinde; din, insanları birleştiren bir değer olmaktan çıkar, taraflara ayıran bir kimlik aracına dönüşür. Bu durumda din, kalpleri yakınlaştırmak yerine saf tutmaya zorlayan bir dile bürünür. İşte farklı görüşlerin rahmet olmaktan çıkıp ayrışmaya dönüşmesi, tam olarak bu noktada gerçekleşmektedir.
1. İçtihat, Bağlayıcılık Ve Temsil Ayrımı
İslâm geleneğinde herkesin her konuda aynı şeyi düşünmesi ne mümkün görülmüş ne de istenmiştir. Âlimlerin farklı görüşler ortaya koyması, dinin zaafı değil; bilakis hayatla temas kurabilmesinin bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu görüşler, kişilerin bilgi birikimine, yöntemine ve anlayışına dayanır ve öncelikle o kişileri ve onlara uyanları bağlar. Aynı mezhep içinde birden fazla muteber görüşün bulunması, bu durumun İslâm ilim geleneğinde doğal karşılandığını açıkça göstermektedir. Ancak burada çok önemli bir ayrım vardır: Görüş üretmek serbesttir; din adına toplumu bağlayıcı bir dil kurmak ise şahıslara değil, ortak akla aittir (Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 10). Bu ayrım göz ardı edildiğinde, herkes kendi yorumunu “din budur” diyerek sunmaya başlar. İşte asıl sorun burada başlar. İhtilafın sebebi görüşlerin çokluğu değildir; kişisel yorumların dinin tamamı yerine konulmasıdır. Bu durum, dinin birleştirici gücünü zayıflatır ve farklı düşünenleri dışlayan bir dile kapı aralar.
2. Miʿrâc: Görüş Farklılığının İnanç Ölçüsü Hâline Getirilmesi
Miʿrâc hadisesi, İslâm tarihinde iman edip etmemeyi belirleyen bir konu olarak ele alınmamıştır. Tartışma, olayın gerçekleşip gerçekleşmediği değil; nasıl gerçekleştiği üzerinde yoğunlaşmıştır. Bedenen mi olduğu, ruhen mi yaşandığı, uyanıkken mi yoksa rüyada mı gerçekleştiği gibi meseleler, âlimler tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır (İbn Kayyim, İʿlâmü’l-Muvaqqiʿîn, III, 3). Bu farklılıklar, hiçbir zaman bir iman testi hâline getirilmemiştir. Bugün ise bu mesele, insanları sınıflandıran bir ölçüye dönüştürülmektedir. Kimi insanlar, Miʿrâc’ı nasıl anladığına bakılarak “bizden” ya da “bizden değil” diye ayrılabilmektedir. Oysa sorun Miʿrâc’ı farklı anlamakta değil; bir anlayışı tek doğruymuş gibi dayatmaktadır. Bu yaklaşım, rahmet olması gereken görüş farklılığını ayrışmaya dönüştürmekte ve Müslümanlar arasına gereksiz mesafeler koymaktadır.
3. Kabir Başında Dua Ve Ölüye Kur’an: Dışlamaya Dönüşen Bir Tartışma
Kabir başında dua etmek veya ölüye Kur’an okumak, İslâm tarihinde farklı şekillerde değerlendirilmiş bir konudur. Bazı âlimler bunu uygun görmüş, bazıları ise farklı kanaatler ortaya koymuştur. Ancak bu görüş ayrılıkları, hiçbir dönemde iman meselesi hâline getirilmemiştir (Karâfî, el-Furûk, II, 109). Bu mesele, başından beri amel ve fazilet alanında ele alınmıştır. Bugün ise bu konu üzerinden insanlar birbirini yargılayabilmekte, hatta dışlayabilmektedir. Oysa bir kişinin anne ve babasının mezarında Fâtiha okuması da, bunu tercih etmemesi de din dışı değildir. Bu tür tercihleri iman ölçüsüne dönüştürmek, dini insanları yakınlaştıran bir değer olmaktan çıkarıp kamplara ayıran bir araca dönüştürür. Din, insanları incitmek için değil; kalpleri onarmak için vardır.
4. Tesbihât Ve Zikir: İbadetin Baskı Aracına Dönüşmesi
Zikir ve tesbihât, kişinin kalbiyle Allah arasında kurduğu özel ve mahrem bir bağdır. İslâm geleneğinde bu ibadetlerin farklı şekillerde yapılması doğal karşılanmıştır. Kimisi sessiz zikri tercih eder, kimisi belli lafızlarla tesbih çeker; bunların her biri makul ve meşru görülmüştür. Ne var ki bu ibadetler, başkaları üzerinde baskı kurmanın veya üstünlük taslamanın aracı hâline getirildiğinde sorun ortaya çıkar. Bir camide tesbihât yapıldığı için oraya küsmek de, tesbihât yapanları bid‘atle suçlamak da aynı hatanın iki farklı yüzüdür. Zikir, kalpleri birleştirmesi gerekirken, ayrıştırıcı bir dile dönüşüyorsa burada sorun ibadette değil; üsluptadır.
5. Ortak Akıl, Diyanet Ve Kurumsal Temsil
Görüş ayrılıklarının Müslümanları birbirine düşürmemesi için, herkesin üzerinde durabileceği ortak bir zemin mutlaka olmalıdır. Aksi hâlde her farklı yorum, zamanla ayrı bir yol, ayrı bir grup ve ayrı bir dil üretir. Türkiye’de bu ortak zemini temsil eden kurum, Diyanet İşleri Başkanlığı ve özellikle Din İşleri Yüksek Kuruludur. Bu kurumların varlık sebebi, tek bir görüşü dayatmak değildir; dinî hayatın toplum içinde birleştirici bir dil ile yaşanmasını temin etmektir. Bu noktada Diyanet’e düşen görev yalnızca fetva vermek değildir. Diyanet, bu tür ihtilaflı meselelerde dışlayıcı değil kuşatıcı bir yaklaşım benimsemeli; farklı görüşleri savunan ilim insanlarını dinlemeli, çağırmalı ve analizlerini dikkate almalıdır. Ortak akıl, tek seslilik değil; farklı sesleri dinleyerek dengeli bir zemin oluşturabilmektir. Kurumsal temsil yok sayıldığında, herkes kendi anlayışını dinin kendisi gibi sunar. Bu durum çoğulluk üretmez; dağınıklık ve parçalanma üretir. Ortak akla dayanmak, düşünceyi boğmak değil; birlikte yaşamanın hukukunu korumaktır.
Sonuç: Tevhid, Herkesin Aynı Düşünmesi Değil Birlikte Yaşayabilmesidir
Üç aylar, kandil geceleri, Miʿrâc, kabir ziyareti ve tesbihât gibi konular iman değil; ibadet ve fazilet alanına aittir. Bu alanlarda farklı düşünmek doğaldır. Ancak bu farklılıklar, insanları ayıran bir dile dönüştüğünde rahmet yerini ayrışmaya bırakır. Tevhid, herkesin aynı şeyi düşünmesi değildir. Tevhid, farklı düşünen insanların aynı çatı altında kalabilmesidir. Bu vesileyle bütün Müslümanların Regaib Gecesi’ni ve mübarek üç ayların başlangıcını tebrik ediyorum. Allah Teâlâ bu geceyi; kalplerin yumuşadığı, dillerin edep kazandığı ve birlik duygusunun güçlendiği bir ihya vesilesi kılsın. Regaib Gecemiz mübarek olsun.