Ehlisünnet, başlangıçta ne sakalın bir biçimini, ne cübbenin bir rengini, ne de mezhep aidiyetinin sloganını ifade ediyordu. O, “cemaatin ortak muhakemesiyle hakikate ulaşma” fikrinin teolojik adıydı.

EHLİSÜNNET KAVRAMINDA ANLAM KAYMASI: USÛLDEN ŞEKLE

“Ehlisünnet, nübüvvetten sonra hakikati kişisel karizmanın kırılgan otoritesinden usûl ilminin kurucu ilkelerine; sezgisel bağlılığın sınırlarından şûrânın müzakereci aklına; dağınık ve zannî yorumların dar ufkundan icmânın ilahî ölçüde kurulan kolektif meşruiyet terazisine taşıyan teolojik–hukukî bir yöntem iken; tarihsel daralmalar onu bir hakikat metodolojisinden çıkarıp ritüelci bir kimlik etiketine indirgemiş, böylece ümmetin epistemik dengesini ve meşruiyet üretme kudretini temelden zayıflatmıştır.”

İslâm düşünce tarihinin en büyük kırılmaları, daima kavramların anlam kaymasına uğradığı dönemlerde vuku bulmuştur. Çünkü kavram, bir toplumun düşünme biçimini, hakikati bulma yöntemini, hatta kendisini konumlandırma zeminini belirleyen en temel zihinsel çerçevedir. Kavram bozulduğunda, hafıza çöker; hafıza çöktüğünde düşünme tarzı körelir; düşünme tarzı köreldiğinde ise hakikat arayışı dağılır. Bugün “Ehlisünnet” adıyla anılan gelenek de tam olarak böyle bir kırılmanın sonucunda tarih sahnesinde parçalanmış, asli metodolojik anlamını kaybederek ritüel ve kimlik etiketine indirgenmiştir. Oysa erken dönem İslâm toplumunda Ehlisünnet, bir mezhebin değil, bir yöntem biliminin, bir meşruiyet teorisinin ve bir ortak akıl teolojisinin adıdır.

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatıyla başlayan nübüvvet sonrası dönem, yalnız bir liderlik boşluğu değil, aynı zamanda derin bir epistemik sarsıntı doğurmuştur. Zira Allah Resûlü hayattayken hakikat bizzat “الرسول هو الميزان — Peygamber bizzat terazidir” kaidesiyle belirleniyor; ihtilaflar vahyin gölgesinde çözüme kavuşuyordu. Onun yokluğunda ilk kez Müslümanlar şu soruya cevap aramak zorunda kaldılar:“Hakikat kime değil, hangi yöntemle emanet edilecektir?” Bu soru, İslâm siyaset teorisinin, fıkıh usûlünün ve kelâmın kurucu sorusuydu. İşte bu soruya verilen cevaplar, İslâm düşüncesini iki ana kola ayırdı: Şiî İmamet teorisi ile Ehlisünnet’in ortak akıl metodolojisi.

Ehlisünnet, başlangıçta ne sakalın bir biçimini, ne cübbenin bir rengini, ne de mezhep aidiyetinin sloganını ifade ediyordu. O, “cemaatin ortak muhakemesiyle hakikate ulaşma” fikrinin teolojik adıydı. Şûra (الشورى), icmâ (الإجماع), maslahat (المصلحة), kıyas (القياس) ve usûl (أصول الفقه) kavramlarını, şahıs merkezli otoritenin karşısına bir yöntem atlası olarak yerleştiren bir düşünce ekolüydü. Şiî mezhebin hakikati masum imama bağlayan yaklaşımı karşısında Ehlisünnet, “masumiyet peygamberle sona ermiştir; hakikat artık yöntemdedir, şahısta değil” diyerek epistemolojik devrim niteliğinde bir ilke ortaya koymuştur. Ne var ki tarih içinde bu köklü yöntem, siyasî rekabetlerin, mezhepçi daralmaların, geleneksel taklidin ve şekilci dindarlığın baskısı altında giderek daraldı; Ehlisünnet, özündeki usûlî dinamizmi kaybederek bir kimlik göstergesine, bir ritüel demetine, bir aidiyet etiketine dönüştürüldü. Ortak aklın kurucu niteliği unutuldu; şûranın anayasal ağırlığı hafızalardan silindi; icmâ, kolektif hakikatin aracı olmaktan çıkarılıp tarihî bir süs hâline indirildi. Sonuçta Ehlisünnet, yöntem olmaktan çıkıp sloganlaşan bir isim hâline geldi; “cemaat”i temsil eden kavram, ironik biçimde yüzlerce cemaatçiliğe bölündü; aklî birlik yerini duygusal kamplaşmalara bıraktı.

Bugün Müslüman dünyanın içine düştüğü dağınıklık, sefalet ve epistemik çöküşün önemli nedenlerinden biri budur: Ehlisünnet’in yöntem olarak kaybı, ümmetin ortak akıl üretimini felç etmiştir. Bu nedenle kavramı yeniden aslına döndürmek, İslâm toplumlarının zihinsel ve kurumsal dirilişinin en vazgeçilmez adımıdır. Bu makale, Ehlisünnet’in tarihsel ortaya çıkış koşullarını, Şiî paradigma ile ayrıştığı epistemolojik hattı, kavramın zaman içindeki sapma noktalarını, modern dönemdeki kurumsal izdüşümlerini ve nihayet günümüzde yeniden ihya edilmesi gereken ortak akıl teolojisini sistematik bir bütünlük içinde yeniden ele almayı amaçlamaktadır. Zira “Ehlisünnet” bir sahiplenme değil; bir yöntemdir. Bir kimlik değil; bir akıl biçimidir. Bir aidiyet değil; bir meşruiyet teorisidir. Bir slogan değil; hakikatin bulunduğu metodolojik zemindir. Ve bugün Müslümanların sorunu “hakikat yok” olduğu için değil, hakikatin yönteminin kaybolmuş olması sebebiyledir.

Ehlisünnet kavramı, İslâm düşünce tarihinde başlangıçta nübüvvet sonrası hakikatin hangi yöntemle üretileceğini belirleyen epistemik bir ilke, başka bir ifadeyle ortak aklın teolojisi idi. Bu kavram, hakikatin kaynağını şahıslarda değil, şûra (الشورى), icmâ (الإجماع), usûl (أصول) ve istidlâl çerçevesinde oluşan kurumsal yöntemde konumlandırıyordu. Ancak tarih içinde siyasi rekabetler, mezhepçi gerilimler, taklidin kurumsallaşması ve ritüelleşmiş dindarlığın yükselişi, Ehlisünnet kavramını “hakikate ulaşma usûlü” olmaktan çıkarıp bir aidiyet kimliğine, bir sembolik imgeye ve giderek bir ritüel paketine dönüştürmüştür. Bu dönüşüm, ümmetin en güçlü epistemik mekanizması olan ortak aklı zayıflatmış; kavramın taşıdığı tevhidî meşruiyet teorisini daraltarak sıradan bir “mezhep etiketi”ne indirgemiştir. Bugün yeniden yapılması gereken, kavramı kimlik alanından çekip yöntem alanına geri taşımak; Ehlisünnet’i başladığı yere, yani hakikati ortak akılla bulma ameliyesine döndürmektir.

1. Nübüvvet Sonrası Hakikat Krizi: Otoritenin Kime Emanet Edileceği Sorusu

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) irtihaliyle birlikte İslâm toplumu, yalnız siyasî bir boşluk değil, aynı zamanda derin bir epistemik ve metodolojik kriz ile karşı karşıya kalmıştır; zira nübüvvet döneminde hakikatin terazisi bizzat Resûl’ün dili ve fiiliyle kurulmakta, “لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ” (Ahzâb, 33/21) ayeti gereği, hükmün son sözü doğrudan nübüvvet otoritesine ait bulunmaktaydı. Onun vefatından sonra ise hakikatin “kimde” değil, “nasıl” bulunacağı sorusu ön plana çıkmış; imanî meselelerde nassın açık ve kat’î alanı (المحكمات) ümmeti bağlamaya devam ederken, içtihat alanındaki zannî hükümler (الظنيات), değişen tarihî ve toplumsal şartlarla birlikte yeniden yorumlanma ihtiyacı doğurmuştur. İmamü’l-Harameyn el-Cüveynî’nin haklı tespitiyle, nübüvvet sonrası dönem “الدلالة yerine الاستدلال devridir”; yani artık delilin kendisi değil, delilden hükme ulaşma yöntemi esastır (Cüveynî, الغياشي, s.82). Tam da bu noktada “أهل السنة والجماعة” adıyla anılacak olan çizgi, Resûl’den sonra hakikatin tekil bir şahıs otoritesine değil, cemaat aklının kolektif istidlal sürecine emanet edilmesi gerektiğini savunmuş; böylece Ehlisünnet, tarih sahnesine bir mezhep kimliği olarak değil, doğruyu ortak akılla bulma usûlü olarak çıkmıştır.

2. Kur’ân’ın Normatif Çerçevesi: Şûra, Ehliyet ve Adaletin Tevhidî Mimârisi

Kur’ân-ı Kerîm, nübüvvet sonrası meşruiyet tartışmalarına üç ana eksen üzerinden normatif bir çerçeve çizer: الشورى (şûra), الأمانة (emanet–ehliyet) ve العدل (adalet). “وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ — Onların işleri aralarında şûra iledir” (Şûrâ, 42/38) ayeti, yönetim ve toplumsal karar alma süreçlerinde şahıs otoritesinin değil, müşterek muhakemenin belirleyici olması gerektiğini ortaya koyarken, “إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَىٰ أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ” (Nisâ, 4/58) ayeti, ehliyet ve adaleti siyasal-hukukî düzenin temel sütunları olarak konumlandırır. İbn Cerîr et-Taberî, şûra ayetini “otoriteyi ferdî karizmadan alıp cemaat hikmetine devreden” bir üst norm olarak yorumlar (Taberî, جامع البيان, Şûrâ 38). Bu çerçevede Ehlisünnet, vahyin bu ilkelerini bir meşruiyet teorisi hâline getirerek; yönetimi duygusal liderlikten, keyfî otoriteden ve metafizik masumiyet iddialarından arındırıp, aklın, ehliyetin ve adaletin birlikte işlediği bir tevhidî kamu hukuku anlayışı geliştirmiştir.

3. Şia ve Ehlisünnet: İki Rakip Meşruiyet Paradigmasının Doğuşu

Nübüvvet sonrası dönemde İslâm düşüncesinin karşı karşıya kaldığı en temel soru, “الحق بعد الرسول لمن؟ — Hakikat Resûl’den sonra kimdedir?” sorusudur ve bu soruya verilen iki cevap, tarih boyunca ümmetin kaderini belirleyen iki büyük ekolün doğuşuna yol açmıştır. Şiî İmamet Teorisi, meşruiyeti nesebe ve masumiyete bağlayarak, hakikatin Peygamber soyundan gelen “المعصوم الإمام”da cisimleştiğini ileri sürmüş; böylece otoriteyi ilahî nasla tayin edilmiş, yanılmaz bir şahıs merkezine yerleştirmiştir (Şehristânî, الملل والنحل, I, 146). Buna karşılık Ehlisünnet çizgisi, “النبوة ختمت بمحمّد — Nübüvvet Muhammed ile son bulmuştur” hakikatinden hareketle, peygamberlikten sonra masumiyet iddiasını reddetmiş; hakikatin tek bir kişiye değil, “الجماعة”ya, yani ümmetin ortak aklına ve şûra–icmâ metoduna emanet edilmesi gerektiğini savunmuştur. Buradaki fark yalnızca siyasî bir tutum değişikliği değil, aynı zamanda derin bir epistemolojik ayrışmadır: Şia hakikati kişide, Ehlisünnet ise yöntem ve cemaat aklında temerküz ettirir.

4. Ehlisünnet’in Kurucu Mantığı: Ortak Aklın Teolojisi ve İcmânın Epistemik Ağırlığı

Ehlisünnet’in ilk dönem anlamı, bugün yaygın şekilde algılandığı gibi “sakallı olmak, cübbe giymek, belirli fıkıh kitaplarını ezberlemek”ten ibaret bir kimlik değil; hakikate ortak akılla ulaşma ameliyesidir. Ehlisünnet, şekilsel dindarlığın değil, usûl temelli düşünmenin adıdır. “لا تجتمع أمتي على ضلالة — Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez” anlamındaki hadis (Tirmizî, Fiten, 7), icmâ doktrininin teolojik temelini oluşturmuş; Mâturîdî bu hadisi “cemaat aklının, bireysel sapmalara karşı ilahî bir koruma zırhı” olarak yorumlamıştır (Mâturîdî, تأويلات أهل السنة, I, 105). Cüveynî’nin ifadesiyle “الإجماع هو أوسع دوائر الأمن المعرفي في الأمة — İcmâ, ümmetin en geniş epistemik güvenlik dairesidir” (Cüveynî, البرهان, I, 214). Böylece Ehlisünnet, hakikati şahıs otoritesinden çekip usûl ilminde kurumsallaşmış ortak aklın terazisine taşımış; şûra, icmâ, kıyas ve maslahat gibi araçlarla düşünceyi sistemleştiren ortak akıl teolojisini inşa etmiştir.

5. Tarihsel Makas Değişimi: Yöntemden Kimliğe, Teolojiden Ritüele Savruluş

Ne var ki tarih içinde siyasî iktidar mücadeleleri, mezhepçi rekabetler, ulema–iktidar ilişkisi ve taklidin gitgide artan ağırlığı, ehlisünnet kavramını asli metodolojik anlamından kaydırarak ideolojik ve ritüel bir kimlik etiketine dönüştürmüştür. Bir dönem hakikati usûl, icmâ, şûra ve kolektif tecrübe zemininde arayan Ehlisünnet anlayışı; zamanla “Ehlisünnet sakalı, Ehlisünnet cübbesi, Ehlisünnet fıkıh kitabı, Ehlisünnet hadis rivayeti tekniği” gibi şekilci kalıplara sıkıştırılmıştır. Böylece “أهل السنة والجماعة” ifadesinin içi, “sünnet”i yöntemsel bir ilke olarak kavramak yerine, yalnızca belli pratiklere indirgemiş; “جماعة”yı ise ortak akıl ve icmâ yerine dar cemaat aidiyetlerine hapsetmiştir. Bu makas değişimi, tıpkı rayı değiştirilen bir trenin yanlış istikamette hızla ilerlemesi gibi, ümmetin zihinsel istikametini de saptırmış; ehlisünnet kavramı ortak aklın medeniyet yükünü taşıyan bir terim olmaktan çıkıp, kimlik kavgasının sloganına dönüşmüştür.

6. Taklit Karanlığı ve Ortak Aklın Terk Edilişi: Kutsalcılık ve Lafızcılığın Açtığı Yaralar

Ehlisünnet’in usûlî özünden koparılıp şekilciliğe mahkûm edilmesi, beraberinde iki tehlikeli eğilim getirmiştir: kutsalcılık (taḳdisü’ş-şahs) ve lafızcılık (ẓâhircilik). Kutsalcılık, bazı şahısları fiilen “masum” konumuna yükseltip, eleştiriye kapalı bir dokunulmazlık zırhı üretirken; lafızcılık, nasların tarihsel bağlamını, maksatlarını (مقاصد الشريعة) ve değişen şartların gerçekliğini ihmal ederek, metinleri hayatın önüne bir engel gibi koymuştur. Bu süreçte taklit (التقليد) ortak aklın yerini almış; fıkıh, canlı bir içtihat dinamizmi olmaktan çıkıp, geçmişin şerh ve hâşiyelerine hapsolmuştur. Çocuğunu korumak isterken üzerine kapanıp onu boğan bir annenin trajedisinde olduğu gibi, “dini koruma” adına hakikatin üzerini örten, aklı susturan, istişareyi devre dışı bırakan tepkisel kutsalcılık, ümmetin önünü açmamış; tam tersine yollarını daraltmıştır. Bugün “Ehlisünnet benim cemaatimdir, benim grubumdur” söylemi, Kur’ân’ın “وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارَىٰ نَحْنُ أَبْنَاءُ اللَّهِ وَأَحِبَّاؤُهُ” (Mâide, 5/18) diye eleştirdiği daraltıcı zihniyetin farklı bir versiyonu hâline gelmiştir.

7. Modern Kurumlar ve Ehlisünnet Mantığı: Diyanet, Yüksek Heyetler ve Hukuk Sistemlerinin Ortak Akıl Kurgusu

İlginçtir ki, bugün modern hukuk ve idare sistemlerinde gördüğümüz birçok kurumsal yapı, ilk dönem Ehlisünnet yönteminin fiilî yansımalarıdır. Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyeden, yüksek yargı organlarının daireler hâlinde, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun kolektif müzakere ile karar alması, üniversite senatolarının 5, 7, 9, 11 gibi tek sayılı üyelerle çoğunluk–nitelikli çoğunluk esasına göre hüküm vermesi, şûra ve icmâ mantığının çağdaş kurumsal tezahürleridir. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din İşleri Yüksek Kurulu, ehlisünnet metodunun kurumsal izdüşümü olarak okunabilir; ne var ki bu kurumların sahici anlamda “Ehlisünnet aklını” temsil edebilmesi, fıkıh, kelâm ve tefsir ulemasının yanı sıra sosyoloji, psikoloji, ekonomi, hukuk, çevre bilimleri gibi disiplinlerden uzmanların da yer aldığı gerçek anlamda ortak akıl platformları hâline gelmelerine bağlıdır. Zira İmam Şâtıbî’nin “تغير الأحكام بتغير الأزمان والأحوال” ilkesine (Şâtıbî, الموافقات) ve İbn Âbidîn’in “العبرة للعرف لا للنص المجرد عن الواقع” tespitine uygun olarak, nasların zannî alanındaki hükümleri, ancak zamanın şartları ve maslahatın gereklilikleri ışığında, kurumsal içtihat heyetleri eliyle hayata taşınabilir. Bu yapılmadığında, bireysel fetvalar kurumsal aklın yerini alır ve ehlisünnetin usûlî mantığı değil, parçalı kanaatler ümmetin kaderini belirler.

8. Tevhidin Sosyal Tezahürü Olarak Ehlisünnet: Ortak Aklın Dirilişi ve Kavramın Aslına İadesi

Son kertede Ehlisünnet, tarihî bir etiket değil, tevhidin sosyal hayattaki örgü biçimidir. “قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ” inancının toplumsal düzlemdeki karşılığı; birlik, adalet ve istişaredir. Tevhid, yalnız metafizik alanda “Allah birdir” demek değil; aynı zamanda hukukta adaleti, toplumda birliği, fikirde şûrayı ikame etmektir. “يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ” (Nisâ, 4/1) ayeti, insanlığın ortak kaderine ve tek nefisten türeyen varlık birliğine işaret eder; Ehlisünnet ise bu birliğin sosyal akıl düzeyindeki somutlaşmış hâlidir. Bu sebeple Ehlisünnet, hakikati şahıslarda aramayı reddeder; “ben”in haklılığından çok, “biz”in doğruyu birlikte arama sorumluluğunu öne çıkarır. Bugün Müslüman dünyanın yeniden toparlanması, “kim haklı?” sorusundan önce “hakikate hangi yöntemle ulaşacağız?” sorusunu cesaretle sormasına bağlıdır. İşte Ehlisünnet, bu sorunun adıdır. Onu sakalda, cübbede, kimlik etiketlerinde arayan değil; şûra, icmâ, usûl, maslahat ve tecrübe ile yeniden dirilten ümmet, hem kendi aklını hem de tevhidin sosyal tezahürünü yeniden inşa etmiş olacaktır. Ehlisünnet, aklın vahyin hizmetinde olduğu, vahyin aklı beslediği ve ikisinin birlikte hakikati aradığı yerdedir; oradaysa ümmet diridir, orası boşaldığında ise geriye sadece isimler ve kabuklar kalır.

SONUÇ: Bugün Müslüman dünyanın karşı karşıya bulunduğu kriz, bir iman krizi değildir; bilakis hakikate ulaşma yönteminin kaybı, yani Ehlisünnet’in tarihsel anlamının unutulması krizidir. Ehlisünnet’in ilk dönemlerde taşıdığı metodolojik ağırlık –şûra, icmâ, usûl, istidlâl, maslahat ve ortak akıl– zamanla yerini şekilciliğe, grup aidiyetlerine, kimlik kavgalarına ve taklide bırakmıştır. Böylece kavram, usûlî dinamizmini kaybetmiş, teolojik bir yöntem olmaktan çıkıp ritüelci bir etiket hâline gelmiştir. Bu anlam kayması, ümmetin ortak akıl üretme kapasitesini felç etmiş; şûra yerine cemaatçilik, icmâ yerine hizipçilik, usûl yerine taklit, maslahat yerine sloganlaşmış söylemler geçmiştir.Oysa Ehlisünnet, tarihsel kökünde bir mezhep değil bir yöntem, bir kimlik değil bir aklî terazi, bir slogan değil hakikati üretme usûlü, bir aidiyet değil yöntem bilimi idi. “لا تجتمع أمتي على ضلالة” hadisi (Tirmizî, Fiten, 7), icmâ ile şekillenen ortak aklın ilahî korumasını ifade ederken, Mâturîdî bu aklı “ümmetin bireysel sapmalara karşı ilahî güvenlik hattı” olarak tanımlamıştı (Mâturîdî, تأويلات, I,105). Cüveynî’nin icmâ için kullandığı “الأمن المعرفي للأمة — ümmetin epistemik güvenlik alanı” ifadesi, Ehlisünnet’in hakikati şahıslarda değil, yöntemlerde arayan kurucu mantığını ortaya koyar.

Bu nedenle Ehlisünnet’in yeniden ihyası; sakal–cübbe–ritüel gibi yüzeysel biçimlerin, belli kitaplara körü körüne bağlılığın, yahut mezhep etiketi tartışmalarının yeniden canlandırılması demek değildir. Bilakis, şûra ilkesinin yeniden diriltilmesi; icmâ bilincinin yeniden kurumsallaştırılması; usûl bilgisinin yeniden merkeze alınması; maslahat aklının güncellenmesi ve toplumsal kararların çoğulcu, istişare temelli mekanizmalarla alınması demektir. Modern dünyadaki yüksek mahkemeler, bilim kurulları, üniversite senatoları ve Din İşleri Yüksek Kurulu gibi kolektif karar kurumları; şekilcilikle sınırlanan güncel “Ehlisünnet algısı”ndan çok, Ehlisünnet’in asli ortak akıl metodolojisini yaşatan yapılardır.

Gerçekte Ehlisünnet, tevhidin sosyal tezahürüdür: Tevhid yalnızca “Allah birdir” inancı değil; toplumda birlik, hukukta adalet, fikirde istişare demektir. “هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ” (Nisâ, 4/1) ayeti birlik ve ortak kader bilincini hatırlatırken, şûra ayeti (Şûrâ, 42/38) bu birliğin aklî örgütlenme biçimini kurar.Bu sebeple Ehlisünnet’in yeniden diriltilmesi, yalnız ilmî bir ıslah değil; ümmetin toplumsal aklının yeniden örgütlenmesi, siyasal meşruiyetin yeniden tesisi, hukukun adalet merkezli inşası ve tevhidî birliğin yeniden kurulmasıdır. Ehlisünnet’in kaybı ümmeti dağıtmış, onun yönteme dönüşü ümmeti yeniden birleştirecek anahtardır. Sonuç olarak: Ehlisünnet bir kimlik değil; hakikatin yöntemi, ortak aklın teolojisi ve tevhidin sosyal düzenidir. Bu yöntemin kaybı ümmeti dağıtmış; bu yöntemin dirilişi ümmeti yeniden ayağa kaldıracaktır. Bu bağlamda Ehlisünnet, nübüvvet sonrası hukuk düzeninde hakikatin belirlenmesini kişisel otoriteden alıp usûlün normatif ilkelerine; keyfî kanaatten alıp şûrânın kurumsal muhakemesine; dağınık zannîlikten alıp icmânın kolektif meşruiyet üretimine devreden tevhidî bir epistemik rejimdir. Ümmeti zayıflatan iman değil, bu normatif ortak akıl düzeninin yerini karizma, hizipleşme ve şekilci gelenekçiliğin almasıdır.