Tevhid, bir inanç cümlesinden önce varlığı, bilgiyi ve değeri kuşatan ilahî merkezdir; bireyin iç dünyasına istikamet, toplumun bilincine vahdet, devletin yapısına nizâm ve hukukun terazisine adalet veren ontolojik ve hukukî bir çekirdektir.

TEVHİDİN KANADINI KIRDILAR; İSLÂM DÜNYASINI ÇÖKERTTİLER

“İmanın iki şehadeti vardır: İlki, varlığın özüne atılan ve kalbi Allah’a bağlayan ezelî ahid olan ‘اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَأَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ’dir; bu iç hukuk şehadeti, insanın aklını hakikatin kıstasına, vicdanını adaletin mutlak ölçüsüne, ahlâkını ise ilahî nizamın evrensel sınırlarına bağlayan ontolojik bir bağlayıcılığa sahiptir. İkincisi, ümmetin birbirine karşı sorumluluğunu tesis eden ve birlikte yaşamanın imanî zorunluluğunu belirleyen dış hukuk şehadetidir: ‘وَاَشْهَدُ اَنَّ الْمُشَارَكَةَ فِي الْخَطَرِ فَرِيضَةٌ وَأَشْهَدُ اَنَّ الْمُقَاسَمَةَ فِي النِّعْمَةِ عَدْلٌ وَوَاجِبٌ’. Bu şehadet, tehlikede omuzdaşlığı bir farz, nimette adil paylaşımı ahlâkî bir vecibe, dayanışmayı ise tevhidin toplumsal tezahürü kılar. İç şehadet Allah’a bağlılığı, dış şehadet ümmete bağlılığı kurar; biri olmadan din tamamlanmaz, diğeri olmadan toplum ayakta kalmaz. İşte bu iki şehadetten biri solduğunda tevhid’in iç mimarisi çatlar; ikisi birden unutulduğunda ise ümmetin ruhu söner, adaletin direkleri devrilir, devletin meşruiyeti aşınır, toplumun ahlâkı erir ve İslâm dünyası ilahî nizama sırt çeviren başıboş bir kalabalığa dönüşür. Tevhidin dirilişi, bu iki şehadetin yeniden hayat bulmasına; ümmetin dirilişi ise tehlikede omuzdaşlıkla, nimette adaletle, sözde değil hayatta birleşmesine bağlıdır.”

1. Tevhidin Kırılan Aynası: Ümmetin Yön Kaybı

Tevhid, bir inanç cümlesinden önce varlığı, bilgiyi ve değeri kuşatan ilahî merkezdir; bireyin iç dünyasına istikamet, toplumun bilincine vahdet, devletin yapısına nizâm ve hukukun terazisine adalet veren ontolojik ve hukukî bir çekirdektir. Bu çekirdek kırıldığında ümmetin zihni dağılır, yön duygusu çöker, ahlâk gevşer, siyaset zayıflar, hukuk silikleşir ve medeniyet kökünden çözülür. Kur’ân’ın “فَاَيْنَ تَذْهَبُونَ — Nereye gidiyorsunuz?” (Tekvîr 81/26) hitabı bu yön kaybının tarih üstü uyarısıdır. İslam klasik literatürü bu çöküşü “اِفْتِرَاق” (birliğin çözülmesi), “تَفْرِقَة” (düşmanlaştırıcı toplumsal ayrışma) ve “تَبَايُن” (bilinç kopması) kavramlarıyla açıklar. Son iki asırdır ümmetin yaşadığı tüm kırılmalar bu üçlü çözülmenin eseridir: iman parçalanmış, akıl bölünmüş, siyaset dağılmış, hukuk etkisizleşmiş, toplum ortak kader bilincini kaybetmiştir. Bu çözülmenin en derin sebebi, şehadetin yalnız bireysel bir söz sanılması; iç ve dış hukuk boyutlarının ihmal edilmesidir. Çünkü iç hukuk şehadeti Allah’a bağlılığı, dış hukuk şehadeti ümmete bağlılığı kurar; biri unutulduğunda tevhid eksilir, ikisi unutulduğunda ümmet çöker.

2. Şehadetin İç Hukuku: Kalbin Atılan İlk İmzası

Şehadet, kulun Rabbine verdiği ilk ve en bağlayıcı akddir (عقد — hukukî bağ). “اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ” beyanı yalnız bir kelime değil, insanın aklını hakikatin mihengine, vicdanını adaletin terazisine, iradesini ilahî hükmün sorumluluğuna bağlayan iç hukuk sözleşmesidir. Kur’ân’ın “سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا — İşittik ve itaat ettik” (Bakara 2/285) hükmü bu akdin özüdür; işitilen yalnız vahiy değil adalet, merhamet, emaneti ehline verme (Nisâ 4/58), kul hakkı, yetimi koruma ve toplumsal sorumluluktur. İç hukukun üç boyutu vardır: aklî boyut — hakikati ölçüleriyle idrak eden bilinç; kalbî boyut — ilahî hükme güvenle teslim olan iman; amelî boyut — imanı davranışa dönüştüren ahlâkî tutarlılık. Bu üçlü yapıdan biri çöktüğünde şehadet yalnız dudakta kalan bir ses olur; hukuk doğurmaz, istikamet vermez, davranışa yön kazandırmaz. Ümmetin yaşadığı derin çöküşlerden biri, iç hukuk şehadetinin lafız olarak korunup hayatı şekillendiren bir güç olmaktan çıkarılmasıdır.

3. Şehadetin Dış Hukuku: Birlikte Yaşamanın İlâhî Sözleşmesi

Şehadet yalnız Allah’a iman değil, müminlerin birbirine verdiği toplumsal sözleşmedir. Kur’ân’ın “وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا — Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın” (Âl-i İmrân 3/103) emri bu dış hukukun ilahî temelidir. Bu şehadet iki cümlede tecessüm eder: “اَشْهَدُ اَنَّ الْاِشْتِرَاكَ فِي الْخَطَرِ فَرِيضَةٌ — Tehlikede iştirak farzdır” ve “اَشْهَدُ اَنَّ الْمُقَاسَمَةَ فِي النِّعْمَةِ عَدْلٌ وَوَاجِبٌ — Nimette adil paylaşım adalet ve vecibedir.” Bu iki ilke, tevhidin sosyal omurgasını oluşturur: tehlikede dayanışma, nimette adalet. Bu dış hukuk şehadeti unutulduğunda toplum kapitalizmin bencilleştirici çarklarına teslim olur; servet zalimin elinde yoğunlaşır, dayanışma ortadan kalkar, sosyal güvenlik çöker, ümmetin kader ortaklığı dağılır. Bu şehadetin nihai ifadesi şudur: “اَشْهَدُ اَنَّ الْاُمَّةَ وَاحِدَةٌ وَأَنَّ التَّفَرُّقَ نَقْضٌ لِلْمِيثَاقِ — Ümmet birdir; ayrılık mîsâkı bozmaktır.” Bu hakikat kaybolduğunda ümmet bir arada yaşama hukukunu yitirir ve dağılır.

4. İnançtan Sisteme: Tevhidin Toplumsal Mimarisi

Tevhid yalnız bir iman ilkesi değil, bütün toplumsal yapıyı kuşatan tek merkezli bir düzen ilkesidir. Bu nedenle İslam hukuk teorisi onu “نِظَام” (nizâm — düzen), “وَحْدَة” (birlik), “اِتِّحَاد” (birleşme) kavramlarıyla birlikte anmıştır. Tevhid; ahlâk düzeninde fert–toplum ilişkilerinin omurgasını, siyasal düzende otoritenin meşruiyetini, hukuk düzeninde ise adaletin kıstasını belirler. Ancak bu düzenin kalbi şehadetin dış hukukudur: tehlikede omuzdaşlık, nimette adalet. Bu iki ilke imanın toplumsal görünümüdür. Bu ilke kaybolduğunda Müslüman toplum kapitalizmin atomize edici etkisi altında çözülür; birey yalnızlaşır, cemaatler hizipleşir, devlet zayıflar, hukuk ölür ve tevhidin toplumsal ayağı çöker.

5. Kabileleşen Zihinler: Tevhidin Siyasi Çöküşü

Tevhidin siyasal boyutu, otoritenin birlik ve merkezîlik içinde korunmasını zorunlu kılar. Kur’ân’ın “الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِیَاءُ بَعْضٍ — Müminler birbirinin velisidir” (Tevbe 9/71) ayeti siyasal dayanışmayı imanî bir yükümlülük hâline getirir. Bu bilinç kaybolduğunda toplum asabiyyeye (عصبية — kabilecilik) yönelir; grup kimlikleri adaletin, hizip çıkarları hukukun yerine geçer. Mezhep milliyetçiliği, cemaat devletçiliği, etnik siyaset ve ideolojik gettolar ümmeti içeriden çökerten modern asabiyyelerdir. Tevhidin siyasal omurgası çöktüğünde devlet otoritesi zayıflar, kurumlar felç olur, toplum iç savaş eşiğine sürüklenir.

6. Birliğin Hukuku: Tevhidin Devlet Felsefesi

Devlet, tevhidin kurumsal tezahürüdür; Nisa 4/59’da çizilen “Allah → Rasul → Ulü’l-emr” hiyerarşisi, otoritenin tevhid çizgisinde yapılandığını gösterir. Devletin amacı tahakküm değil, adalet ve nizâmı tesis etmektir. Fukahâ devleti “الحاكميّة” (hakimiyyet — hükmün Allah’a aidiyeti), “الوِلايَة” (velayet — meşru otorite) ve “المصلحة” (maslahat — kamu yararı) kavramlarıyla temellendirir. Devlet otoritesi zayıfladığında hukuk cemaatlere, şeyhlere, aşiretlere ve çıkar ağlarına teslim olur; tevhidin devlet felsefesi unutulduğunda ümmet hem içeriden hem dışarıdan kuşatılır. Bu yüzden devletin birliği, adaletin sürekliliği ve otoritenin meşruiyeti tevhidî bir zorunluluktur.

7. Adalet Terazisi ve Modern Şirkin Maskeleri: Cezanın ve Kutsalın Tevhidî Korunumu

Adalet, tevhidin dünyadaki ismidir; ceza hukukunda denklik ilkesini emreden “وَجَزَاءُ سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا — Bir kötülüğün karşılığı dengiyle olur” (Şûرâ 42/40) ayeti, adaletin ölçüsünü belirler. İslam ceza hukuku ıslah, denk adalet ve “البَيِّنَةُ عَلَى الْمُدَّعِي — Delil getirmek iddia sahibine aittir” kaideleriyle masumiyeti korur. Modern çağın en tehlikeli fitnesi ise kutsalın beşerileştirilmesi, ilahî otoritenin insanlar tarafından gasbedilmesidir. Tevbe 9/31’deki “اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ…” ikazı bugün cemaat mutlaklıklarında, şeyh kültlerinde, ideolojik otoritelerde, lider putlarında yeniden üremektedir. Tevhidin bu alandaki çöküşü hem hukuk düzenini hem toplumsal aklı zehirler.

8. Sonuç: Tevhidin İki Şehadeti – Birlikte Yaşamanın Unutulan İmanı

Tevhid, yalnız bireysel imanın değil; toplumun, devletin, hukukun, adaletin ve medeniyetin kalbidir. Bu ilahî merkez zayıfladığında zayıflayan sadece inanç değil; toplumsal düzen çözülür, siyasal otorite dağılır, ekonomik adalet bozulur, hukuk anlamını yitirir. Kur’ân’ın “فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ — Hayır, Rabbine andolsun ki iman etmiş olmazlar…” (Nisâ 4/65) hükmü, imanı sadece kalbî bir tasdik değil, hayatın tamamına yayılan sistemsel bir yöneliş olarak tanımlar. Bu nedenle tevhid, hem varoluşun metafizik omurgası hem de toplumun kurumsal istikametini belirleyen ilahî düzenin adıdır. Bu omurga kırıldığında iman daralır, hukuk silikleşir, devlet otoritesiz kalır ve ümmet tarihin rüzgârında savrulan köksüz kalabalıklara dönüşür.

İşte tam burada tevhidin iki kanadı devreye girer: iç hukuk şehadeti ve dış hukuk şehadeti. Birincisi “اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ” sözleriyle bireyin Rabbine verdiği akiddir; aklı hakikate, vicdanı adalete, ahlâkı ilahî ölçüye bağlayan ezelî bir imzadır. Ancak tevhidin diğer kanadı olan dış hukuk şehadeti bütünüyle unutulmuştur: “اَشْهَدُ اَنَّ الْاِشْتِرَاكَ فِي الْخَطَرِ فَرِيضَةٌ وَأَشْهَدُ اَنَّ الْمُقَاسَمَةَ فِي النِّعْمَةِ عَدْلٌ وَوَاجِبٌ” “Tehlikede iştirak farzdır; nimeti adil paylaşmak adalettir ve bir yükümlülüktür.” Bu şehadet dayanışmayı farz kılar, nimette adleti imanî bir borç yapar, toplumsal omuzdaşlığı tevhidin dünyevî tezahürü hâline getirir.

Fakat bugün İslam dünyasının çöküşünün özünde, tam da bu dış hukuk şehadetinin kaybı vardır. Ahirete yönelik iç hukuk şehadeti korunmuş; fakat dünyaya yönelik dış hukuk şehadeti unutulmuştur. Bunun sonucu olarak ümmet yarım bir tevhid üzerine kurulmaya çalışılmış; kapitalizmin bireyci düzeni, hizipçiliğin asabiyyeci yapıları, şeyh–lider kültürlerinin modern putları ümmetin ruhunu içeriden çürütmüştür. Tehlikede omuzdaşlık farz olduğu hâlde Müslümanlar birbirine sırt dönmüş; nimetin adil paylaşımı imanî bir vecibe olduğu hâlde toplumsal adalet çökmüş; dış hukuk şehadeti kaybolunca ümmet hem ekonomik hem siyasal hem de ahlâkî olarak çözülmüştür. Oysa Medine’de Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu dış hukuk şehadetini hayata geçirerek tarihin ilk tevhid toplumunu inşa etmiştir. Muhacir–Ensar kardeşliği bunun zirvesidir: Ensar mallarını bölüşmüş, Muhacir mallarını terk etmiş; her ikisi de tevhidin toplumsal kanadını yaşatarak dayanışmayı imanın bir rüknü hâline getirmiştir. Medine, tehlikede omuzdaşlığın ve nimette adaletin ete kemiğe büründüğü ilk vahyî toplumdur.

Bugün ümmetin yeniden dirilişi, yarım bırakılan bu ikinci şehadetin — birlikte yaşamanın ilahî sözleşmesinin — yeniden ihyâ edilmesine bağlıdır. Tevhid yalnız kalpte değil; toplumda, devlette, hukukta, paylaşımda, dayanışmada ve sosyal adalette yaşadığı ölçüde bir medeniyet kurar. İç şehadeti dirilten birey mümindir; dış şehadeti dirilten toplum ümmettir; iki şehadeti birlikte dirilten ise tevhidin gerçek mirasçısıdır. Tevhid dirilirse ümmet dirilir; tevhid sönünce ümmet çöker.